• genctasavvufcular@genctasavvufcular.org.tr

Gel, Yine Gel ! Ne olursan ol, Yine Gel! ister Kâfir ol, ister putperest ol, ister Mecusi, istersen yüz kere bozmuş ol tövbeni… Yine gel! Bizim dergâhımız umutsuzluk kapısı değil, Umut kapэsıdır. Yine gel..

Hz. Mevlana

Tasavvufta çok önemlidir “Gel” demek. Esas mürşid’e, cemal’e yönelmek. Gaye “gönlü” bilmek gerek. HŞY

Bizleri bizden daha iyi bilen var. Şeytanın vesveseleri yani nefsani arzularımızdan da O’nun haberi vardır. Her şeyi bilir. Bir de şu vardır. Vesveselerden yani arzulardan kurtulmak için var olan tek yön Mürşid’tir. Yani Hakkerenler yolu. O ki (mürşid) bizleri nefsi arzulardan alıkoyar. Burada nefs en önemli etmendir, ateşe yani cehenneme gitmede. Sebebi ise şudur: Nefs kişinin şeytanıdır. Eğer ki nefse uygun hareket edilir ise cehennem bu dünyada yaşanır. Eğer ki nefsânî arzulardan geçilirse yani bir Mürşid’e biat edilip tam teslimiyet gösterilirse ki Hakîkat’e ulaştıracak olan O’dur. Batın da güzel olur, zahir de. Hakkerenler bizleri O’ndan ayırmasın. HŞY 

Bir gün değil, bir an boşa geçmesin ömrüm. Her dakika her an aksın yaşım gözüm. Ben istemem bu âlemde zahir aksın yaşım. Hep O’nun için niyazda ağlamışım… HŞY 

“Fes’elü ehlezzikri in küntüm lâ ta’lemun” (Zikri ehlinden öğreniniz.) Bu, bir emirdir ve emirler farz’a girer. HŞY

“Ey inanan ve îmân eden kullarım! Allah’ı çok zikrediniz.”(33/41)
Ulemâ-i zahir, buradaki çok zikirden muradın namaz olduğunu söyler. Doğru olmakla beraber Süleyman Çelebi Hazretleri ise çok zikretmeyi Mevlid-i Şerifte şöyle ifâde etmiştir,


Her nefeste Allah adın dimudâm
Allah adıyla olur her iş temam


Her nefes alıp verdikçe derviş “Hu” yani “Allah” der. Hiç unuttukları olmaz mı? Arada unuttuktan elbette olacaktır. Hatırladığı zaman bir daha başlar.

Yüzünü göster ki bağlar, gülüstanlar görmek istiyorum. Dudaklarını aç ki, bol bol şeker yemek istiyorum.
Senin havandan saltanat davulunun (dön!) sesini açıkça duyuyorum. Döndüm Sultanımın avucunu koklamak istiyorum.
Yakup gibi (vâ esefalar) la inlemekteyim. Kenan ilinin Yusuf’unun yüzünü görmek istiyorum.
Billâh şehir sensiz bana bir hapishane oluyor. Ben dağların, ovaların avareliğini istiyorum.
Bu gevşek unsurlu arkadaşlarım gönlümü tuttular. Allah aslanını, destanımın Rüstem’ini istiyorum.
Firavundan da zulmünden de artık canım usandı. İmranın oğlu Musa’nın yüzündeki nuru görmek istiyorum.
Dün, şeyh elinde fener, şehrin etrafını dolaşıp duruyordu. Şeytandan, canavardan bıktım, karşımda İnsan görmek istiyorum.
Aradığımız bulunmuyor diyorsun. İşte ben de tam o yerde bulunmayanı istiyorum.
Bülbülden daha şakrak terennüm ederim ama şarap kadehine imrenmekten ağzım mühürlüdür. Onun için figan etmek istiyorum.
Bir elimde şarap kadehi, bir elimde sevgilimin saçları. Zikir meydanın ortasında böylece raks etmek istiyorum. HŞY

Yolunuzu gizlemeyin, otoban olduğunu yürüyüşünüz ile gösterin. Bazı kişiler yola değil sizin yürüyüşünüze bakar. HŞY

Bir yatay, bir de dikey tarih vardır. Yatay tarih, yaygın olarak bilinen anlamıyla kronolojik tarihtir. Kronolojik tarihe baktığımız zaman insanlık tarihi, ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz. Adem’le başlar, başlatılır. “Adem’den evvel Adem’ler geçti” konusunu bir kenara bırakacak olursak tarih, Hz. Adem’le başlatılır. Yatay tarih, kronolojik tarih gözüyle, Hz. Adem diğer peygamberlerin ve insanların babasıdır. Biyolojik anlamda baktığımız zaman da Hz. Peygamber’in de babasıdır, atası ve dedelerinden biridir. HŞY

Vesvese denilen olay insanın algılamakta zorluk çekeceği bir olaydır. Vesvese insana nefsin kendi fikri gibi dayattığı düşüncedir. Kişinin aklından geçen düşüncenin nefsin verebileceği bir durum olduğundan haberdar olması lazımdır. Kişi kendi düşüncesinin doğru olup olmadığını bilemediği zaman bilen bir kişiye başvurur. Mürşid burada devreye girmektedir. Mürşid neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilme yetisine sahip olduğu içindir kişi mürşide teslim olmalıdır. Kişinin mürşide gösterdiği teslimiyet kişinin doğru yolda gitmesini sağlar. Kişi vesveseyi mürşidin düşüncesi doğrultusunda anlar. Bu yüzden mürşidin düşüncesine uymak şarttır. Bu yüzdendir ki dergah terbiyesinde mürşid mutlak otoritedir. Bir zaman sonra kişi mürşidin gösterdiği yolu mürşidi üzmemek, onu kırmamak için terk etmez. Bu olay mürşide ve dolayısı ile mürşid’e duyulan aşktır. Hakkerenler hepimize o aşkı yaşatsın. HŞY

Sufilere göre Hz. Muhammed’in(s.a.v.) ağzından sadır olan, nakil edilen hususlar, aslında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hakîkatine Cenab-ı Hakk’ın ilham ettiği, vahyettiği hususlardır. Dolayısıyla vahiy, Hakîkat-i Muhammediyye’den Akl-ı Muhammediyye inen ve konuşan hakîkatlerdir. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) devre dışı bırakarak “Sadece vahiy bize yeter” diyen yaklaşımlar, bu hususu bilmediklerinden dolayı hakîkati parçalamaktadırlar. Aslında iki hakîkat birbirini anlatmaktadır. HŞY

Tövbe etmek var,
Bu farzdır insan için.
Ama en iyisi siz şunu bilin,
Günah işlememeye gayret edin… HŞY

Sülukun ilk şartı mürşide teslim olmaktır. Mürşitsiz süluk mümkün değildir. Dinin hükümleri, emirler, yasaklar bu işin genel çizgilerini, asgari müştereklerini verir. Mürşid bu asgari müşterekler üzerine oturttuğu disiplini sayesinde ferdin subjektif dünyasını aydınlatır ve onu yüceltir. Teslimiyetsiz tasavvuf anlayışı olamaz. Fakat bu Hz. Hüseyin’in dedesinin yoluna olan teslimiyet gibi olmalıdır. HŞY

Efendimiz (s.a.v.) aracılığıyla “tebettül” bize de emrediliyor. Tebettülü gerçekleştirerek Kur’ân’daki tabiriyle “kalb-i selim” ile Allah’a yönelmektir tasavvuf. HŞY

Cebrail (a.s) dinimizi öğretmek için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), “İman, İslam, ihsan nedir?” diye sormuştur. Peygamber Efendimiz bunları tek tek cevaplamış ve ihsanı “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir” şeklinde tarif etmiştir.
Tasavvuf iman ve İslam’dan sonra gelen yüce bir makamın adı olup aslında Kur’an’da nefis tezkiyesi şeklinde tarif edilen olgunun sistematize edilmiş halidir. Bu sebeple tasavvuf kendisine bağlananları ihsan seviyesine ulaştırmayı hedefler. Hedef yüksek olduğu için sâlik farzlara ilaveten Peygamberimizin (s.a.v.) yapmış olduğu nafileleri de yapmaya çalışır. Bu sebeple tasavvufun alanı nafileleri yapmak ve mubahları azaltmak olup, zorunlu olmayan, AŞK’ULLUH dolu bir alandır. HŞY 

Tasavvuf, vicdâni ve zevki olduğundan, yani tatmakla anlaşıldığından, lâyık olduğu şekilde yazılıp anlatılamaz.
Tasavvufu anlatmakla onu hâl olarak yaşamak arasındaki fark, şekeri anlatmakla, bizzat onu tatmak arasındaki fark gibidir. Bununla berâber tasavvuf büyükleri bu ilmi, esasta aynı olmakla berâber, değişik şartlara ve durumlara göre farklı şekillerde târif etmişlerdir.
Bal bal demek ile ağız tatlanmıyor. Balı mutlaka tatmak gerek. Bir çocuğa parmağınızın ucu ile tattırsanız, balı bilmese bile devamlı ister. İşte bu tasavvufta hâl lezzetidir. HŞY 

Tasavvufta (ehl-i tarik’te) uzlet çok önemli ve faydalıdır.
Uzlet işleri şahıslara göre değişir. Herkesin haline (meşrebine), işine göre değişik hâl alır. Hayli faydaları vardır uzletin. Tafsili yapılsa uzar.
Esas olarak uzletten hasıl olacak fayda ikidir. Biri ibadet, diğeri sirayeti muhtemel insanların işlediği hatalardan salim olmak içindir.
İbadet için vakit kazanmak, Allah Teâla’nın zât ve sıfatlarına karşı ülfet payda etmektir. İçten içe onunla münacat etmektir. Bu âlemlerin ötesini düşünmektir. Bu değerli işlerin olması için uzlet şarttır.
Bunları yapabilmek için halk arasından çıkmaktan başka çare yoktur.
Bazı büyük zâtlar şöyle der.
Halvetin (uzlet) tam emniyet içinde devam etmesi için, Allah’ın (c.c.) kitabına (zikrine) sarılmak icap eder. Allah’ın kitabına sarılan kimseler, Allah-u Teâlayı zikrederek, dünya da huzur ve rahatı bulmuşlardır. Allah’ı ananlar, onunla yaşar ve onunla ölürler. Onlar, daima Allah’ı anarlar.
Bu zâtları halk arasına karışmaktan alıkoyan fikir ve zikir olmaktır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de ilk zamanlarında Hira dağına çekilir, fikir ve zikir ile meşgul olurdu.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri uzlet (halvet) sonunda içine daldığı âlemi şöyle anlatıyor;
“Otuz yıla yakın bir zaman Allah Teâla ile kelâm eyledim. Halbuki, insanlar kendileri ile konuştuğumu sanıyordu.”
Uzlet hali ne güzel, güzeli güzel eyler. Hakkerenler inşallah bize de nasip eder… HŞY

Tasavvufta Allah dostları, “veliler” çok önemlidir.
Allah Tealâ âyet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.
Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler vardır. 
Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur. 
Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.
Resulüm! Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet yalnız Allah’ındır. O işitendir, bilendir.”
 (Yunus: 62-63-64-65)


“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe: 119)


“Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik.” (En’am: 86)


(Not: Peygamber varisi oldukları için bu ayet-i kerimeye onlar da mazhardır.) HŞY

Tasavvuf ilim, amel, ikram ve ihsan’a nail olmaktır. “Getiren Allah, götüren Allah, var eden Allah, yok eden Allah, La havle vela kuvvete illa billah” HŞY

Seven sevdiğini çok anar. Allah Teâlâ’yı çok anan, O’nu sever, Allah Teâlâ’yı sevince kalbe imân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allah Teâlâ’yı ve Resulü’nü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur.
Tasavvufu seven, hâl içinde olan derviş, daimi zikirdedir. HŞY 

Gün boyu peşinde koştuğumuz serabın hakikate döndüğü yerdir akşam. Nasıl ölüm kendisinden başka her şeyi anlamsız kılıyorsa misafir olduğu mekânlarda, akşam da bazen öyle anlamsız kılar gün boyu peşinde savrulduğumuz ümitleri, hayalleri. Ve elmaslarımız cam parçalarına döner avuçlarımızda. HŞY 

Râbıta, bağ, alaka, sağlamlaştırma, vuslat, ve muhabbet demektir. Nasıl sevgi, sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak demekse, rabıta da salikin (dervişin) mürşidine sevgiyle gönülden bağlanmasıdır. HŞY

Râbıta, kâmil bir mürşidle kalbi bağ kurmak demektir. Bu bağın, en kolay biçimde kurulmasını sağlayan elbetteki hayatta olan mürşid’dir. HŞY

Râbıtada “Şeyhinin suretini iki gözü (kaşın) arasında canlandırmak” ibaresinden kasdedilen, şeyhini gözünün önünde hayal etmektir. HŞY

Râbıta yapılacak kimse, ahlaki kemâle ermiş, müşahede mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kamil olmalıdır. Sâlik bağlandığı böyle bir şeyhin huzurunda ve gıyabında onun suret ve sıretini hayal etmeli, yanında iken takındığı tavrı gıyabında da sürdürmeye çalışmalıdır.

Râbıtada önemli olan şeyhin suret ve sîretini hayalde muhafaza etmektir. Suret ve sîreti hayalde muhafaza duygusu, zamanla şeyhin ahlâk ve özellikleriyle bezenmiş bir hale gelmeyi sağlar. Çünkü güçlü şahsiyetler daima diğerleri için ilham kaynağıdır. Bir mıknatıs gibi onları çekip etkilerler. HŞY 

Rabb demek, İrşad eden ve Terbiye eden, âlemlerin Rabb’ı olan Allah tır. Allah, Allahlığı ile Uluhiyetinden İrşad ve Terbiye etmez. Rab esması olan Rububiyet mertebesine tenezzül ederek, kemalatıyla oradan bizleri okumakta, Terbiye ve İrşad etmektedir. Allah Uluhiyyet mertebesinde iken, bilinmekliğini istedi ve Rububiyetine tecelli etti. HŞY

Orucun başlangıcı midedir, tokluk değil açlıktır, oruç bütün uzuvlarla devam edip, irade ile noktalamaktır. HŞY

İnsan için oruç çok önemlidir. Nefsin eğitimine en büyük fayda sağlar. Zahiren ramazan oruç’un büyük önemi vardır. Fakat bunu 365 güne yaymak dahada önemlidir. Yani daimi oruçta olmak,bunu başarmak. Bunu yapamayanlar için ramazan orucu farzdır. Oruç sadece mide işi değildir. Gaye kendini, nefsini temizlemektir. Ağzı, eli, gönlü, fikri bu temizlik her daim olmalıdır. Derviş her daim Oruç’lu olmalıdır. HŞY.

Sen sen ol yaşamını Oruç’landır, bütün uzuvlarını zekatlaştır ve ruhunu güzelleştir. HŞY.

Sen sen ol yaşamını Oruç’landır, bütün uzuvlarını zekatlaştır ve ruhunu güzelleştir. Bütün uzuvların oruç’lu olursa onların zekatını vermiş olursun. Dilin ne kadar pak olursa o kadar zekatı olur. Gözün öyle, elin ayağın öyle, sinirlerin öyle, fikrin zikrin ve işin öyle. Dolayısıyla bir bütün içinde bedenin ruhun öyle. Bu ramazanla niyetle daim oruçlu ol. Güzel insan, Derviş insan, Kamil insan olursun. HŞY.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, Allah`ın Kulu idi…

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, Allah’ın Kulu ve Resulü idi. İşte bir Mürşid-i Kâmilde, evvela beşeriyet yönü olan Allah’ın kuludur. Bir mazhardır. Fanidir. Herkes gibi, yer içer, doğar, büyür ve günü gelince aramızdan ayrılır. Çünkü kuldur. HŞY

On Muharrem, İslâm tarihinin en acı olayıdır. Dolayısıyla bu olaydan ibret almak için bunu hatırda tutmak lazım. Ve bunu birilerine hakaret etme meselesi haline getirmiyor mutasavvıflar. Hz. Peygamber’in torununa, dolayısıyla İslâm’ın izzeti ve şerefine yönelen bu hareketten ibret alalım. HŞY

On Muharrem, İslâm tarihinin en acı olayıdır. Dolayısıyla bu olaydan ibret almak için bunu hatırda tutmak lazım. Ve bunu birilerine hakaret etme meselesi haline getirmiyor mutasavvıflar. Hz. Peygamber’in torununa, dolayısıyla İslâm’ın izzeti ve şerefine yönelen bu hareketten ibret alalım. HŞY

Peygamberler geriye maddi miras bırakmazlar. Peygamberler ilim ve irfan bırakırlar. Her nebinin bir nübüvvet, bir de velayet yönü vardır. Nübüvvet yönüne, alim dediğimiz kimseler, yani o nebinin mesajının zahiri yönlerinden çıkarılan ilimleri öğrenebilmiş olanlar varis olabilir. Ama bir de nebilerin velayeti vardır ki bu da, bütün feyizlerini o logostan, o mişkatten, o nebiden alan velilerin yoludur. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in “La nebiye ba’d; Benden sonra nübüvvet yolu kanalı kapanmıştır ama benim sırrım velayet yoluyla devam edecektir.” sözünü böyle anlamak gerekir. Kıyâmete kadar da Muhammed’e (s.a.v.) tabi velayet kanalı açık kalacaktır. HŞY 

Hz. Rasulullah (s.a.v.) Hazretleri manevi sırları Hz. Ali Efendimize (k.v.) vermiştir, bu doğrudur. Çünkü “Ben ilmin şehriysem Ali de kapısıdır ” hadisi şerif. Sırları Hz. Ali Efendimize vermiştir. Hz. Ali Efendimize sırları verince, Hz. Ali Efendimize bu biraz ağır gelmiştir. Sır ağır gelir insana, içinde biriktirmesi biraz güç olur. O yüzden her mürşid-i kâmilin her velinin sırdaşı vardır. Kimisinde ağaçtır, kimisinde taştır, kimisinde akan sudur, kimisinde denizdir. Giderler orda konuşurlar, o rahatlayacak psikolojik bir şey çünkü. Genelde akan suya konuşurlar, genelde denize konuşurlar, genelde ıssız kimsenin olmadığı bir yerde ağaca konuşurlar. Eğer deniz yoksa akan su yoksa. Hz. Ali Efendimizin de bir kuyuya konuştuğu rivayet edilir. Tabi o kuyuya konuşurken, kuyunun dibindeki kamışlıktan kamış, rivayet ya halk inanışı öyle diyelim, Hz. Ali Efendimizin sırlarını dinler, duyar. O sırrı dinledikten sonra oradaki kamış inleyip feryat etmeye başlar. Ve…hatta bazen Mevleviler ney’e ‘Hazreti Ney’ derler. Ney’e Hz. Ney derlerken aynı zamanda bir mürşid-i kâmile hitap ederler. Mesela hiçbir zaman, hiçbir Mevlevi ney’i sopa gibi tutmaz. Ney’e hakaretvari davranmaz, ney’e edepsiz davranmaz, ney’e karşı çok büyük bir edep büyük bir saygıyla davranırlar. Hatta eûzü besmele çekip üç sefer öperler. Ney’i kendi uzvundan bir uzuvmuş gibi görür Mevleviler. Ve Hz. Ney derler zaten, Hz. Ney. Tabi bunlar toplum içerisinde sonradan yanlış anlaşılmaya başlanmış. Yani ney’e hazret diyorlar falan demişler. Ney’den kasıt mürşidi kâmildir, Allah’ın veli dostudur. Ve her neyzen ney’i üflerken kendisinden üfleyenin üstadı olduğunu düşünür. Kendisinden üfleyenin Allah olduğunu düşünür. Ve üflerken o edeple üfler. Ve o duygunun, üfleme duygusunun, kendisinden olmadığını, kendi hazretinden geldiğini yani kendi üstadından duygunun geldiğini, dudağının kıpırdayışının dudağının baş parede oynayışının, nefesin titrekliğinin veya düzlüğünün, nefesin nağmesinin üstadından geldiğini düşünerekten ney’i üfler. O yüzden ney üfleyecek olana önce bir üstad gereklidir aslında. Çünkü ney üfleyecek olanın üstadı yoksa o ney’i kaval gibi üfler, saygısı sevgisi olmaz. Bazen ben yolda görüyorum böyle, Allah affetsin, sopa gibi tutuyorlar ney’i. Ney çalgı aleti değildir bu manada. Bak bu manada çalgı aleti değildir. Eğer ney’i çalgı aleti gibi görürse bir kimse, Allah affetsin, dümbelekten bir farkı kalmaz. Ve ney’in böyle eğlentili içkili, böyle heva ve heves kokan yerlerde üflenilmesi de çok uygun değildir. Ve hiç üflenmemiş zaten önceden. Ney sadece dergâhlarda, tekkelerde sufiler tarafından üflenmiş. Tabi bugün ney dansözlere üfleniyor. Ne bileyim işte gaydırıgubbak şeylere üfleniyor. Tabi ney’e hazret diyemiyoruz bu manada. Ama ney gerçekten sufilere, sufi gönüllülere, Allah âşıklarına bir nefestir, nefes. Böyle insanın canına huzur verir, insanın içine bir tatlılık bir nefes verir. Hele o ney’i üfleyen bir tefekkür eder, bir derinlemesine nüfus eder, böyle bir “Hûuu…” diye üflerse sanki ta yaratılıştan o ses gelir bize. Sanki “kûn” lafzı o esnada söylenmiş gibi gelir. Allah bizi onlardan eylesin. O yüzden, evet o kamışın o sırları dinledikten sonra feryadı figan ettiği söylenir, halk dilinde böyle bir inanış vardır. Hz. Mevlana da bu inanışını Divan’ında bir beyitte söyler. Hz. Ali’yle alakalı bu meseleyi de söyler. Divan’da geçer, bu hadiseye atıfta bulunur daha doğrusu. Net böyle anlatmaz, der ki “Ali gibi sırlarımı aldım da feryadı figan etmekteyim.” Ali’den sırlarını aldım da feryadı figan etmekteyim, der. Tabi bunun bir tarafı daha vardır, şimdi madem özü açıldı soru soruldu. Her mürşid-i kâmil, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimizin önünde diz çöker ve Hz. Ali Efendimiz de onun sırrıyla sırlanır. Ve mürşid-i kâmil, Hz. Ali Efendimizin sırrını da taşır. O yüzden o kuyuya söylenen sırlar, o velilerin üzerinden tecelli eder.

Ana rahminde çocuk tamam oldukta, nasıl ruh üfleniyorsa, şerîat ve tarîkat mertebeleri de tamam oldukta marifet feyzi ve hakîkat vücud bulur… HŞY

Bu dava da nefsi körletmek, iğneli fıçıya sokmak, öldürmek diye bir şey yoktur. Sadece onu dizginlemek, şer’i haklar içinde terbiye etmek, onun hak kısvesine bürünen oyunlarını bozmak, onu büyük mizana bağlı bir murakebe altında tutmak, neşesini kırmak, kibrini yıkmak, üstün ahlâka erdirmek, bütün dereceleri aştırmak ve ruhu inkilâp ettirmek vardır. Dava nefsi yola getirmek olduğu içindir ki, İslamiyet de ruhbaniyet yoktur. HŞY..

Nefsin en büyük terbiyecisi mürşid’dir. Nefis terbiyesi mürşid’e teslimiyetle olur. Mürşid eğiticidir, engelleri aşmasına yardımcı olur.Yani hal ve makamlarda ne yapmasını gerektiğini öğretir. HŞY.

Âdem balçıktan yaratılmış, eşi Havva onun sol eğe kemiğindeayrılmıştır. Âdem oğulları da her ikisinin birleşmesinden meydana gelmiştir. O halde Âdem, Havva ve evladı, tek bir varlığın parçalanıp birleşmesinden başka bir şey değildir. Ana, baba, oğul bir asıldan olduğuna göre babanın oğlunu kurban etmesi kendi cüzünü ve dolayısı ile kendi nefsini kurban etmesi demek oluyor. İshak babasına rüyada insan, fakat his âleminde koç şeklinde gösterildi. Halbuki bu İbrahim’in nefsi idi. HŞY 

Nefis yanlışından kurtulmak için, gerçekten özgür olabilmek için, nefsin esaretinden kurtulmak lazım. Bu da kulluğu iyi tanımaya mahsustur. Esaretten kurtulacaksınız ki, kul olacaksınız. Çünkü nefsinize esir olduğunuz zaman sahibiniz haşa Allah olmuyor. Nefsiniz oluyor ki, o en çirkin kulluktur. Nefse esir olunca, nefis sizi paraya taptıracak, menfaatlere taptıracak, kadere isyan ettirecek. Bu kulluk olmaz işte. Mutlaka nefsin esaretinden kurtulmak lazımdır. HŞY

Nefis terbiyesi tarikatla başlar. Zira Tarîkat-ı aliye’ye sığınmayan bir kimse, nefsini tanıyıp, tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla mücadele etsin, ıslahına çalışsın. Kişi Tarikat-ı aliye’ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadeleye başlar.Allah’tan başka varlık yoktur ve insan Allah’tan gelmiştir, yine Allah’a dönecektir. Ancak bunun için ölümü beklemeye gerek yoktur, nefsi terbiye ederek ezeldeki Birliğe (Tanrı’ya) dönülebilir.


Tasavvuf, söz (kâl) yolu değil, hâl (iyi ahlak) yolu, velayet (ilm-ü ledün) vasıtalı bir yol olup Hakîkat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı amaçlamaktadır. Kısacası tasavvuf, insanın eğitimini esas alan ve onu olgun insan (kâmil insan) yapmaya çalışan bir yoldur.
Tasavvuf, ilahî ahlâkla terbiye olmak demektir.
Tasavvuf, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir.
Allah, mutlak cemal ve kemâl sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. Hz. Peygamber’in ifadesi ile “Allah güzeldir, güzelliği sever” İnsan, Allah’ı ne kadar tanırsa (marifeti artarsa) O’na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar.
Tasavvufta esas olan ulvi ve ilahi aşktır. Gerçek aşk, insan ruhunun, Allah’a karşı özlemidir.
Bir başka anlamda tasavvuf, Allah’ı görür gibi kulluk etmektir. Çünkü biz O’nu görmesek bile Onun bizi görmekte olduğunu bilmek, daima Allah’la beraber olmak ve O’nu hatırdan çıkarmamaktır.
Kur’an-ı Kerimde bu konu şu ayetle apaçık anlatılmıştır:
“Andolsun, Biz insanı yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf:16)… HŞY

Hz. Sırrı Sakati diyor ki,
“Ne öğrendim ise Maruf-u Kerhi ile buluşmam sayesinde öğrendim.”
Buradan bizde bilgileniyoruz ki, demek mürşidsiz öğrenilmiyor. HŞY

Mürşid, öncelikle şerîatın gereklerini yerine getirmeli ve istikamet sahibi olmalıdır. İnsanları şerîat-i Muhammed-i ile tarîkat-ı Muhammedi’yi birleştirip tabi olmaya çağırmalıdır, Allah Teâlâ’yı huzur ile zikir etmeye davet etmelidir, Mümkün mertebe bütün insanlara nasihat etmeli, İnsanlara takva ve istikamet yolunu göstermeli, Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet gözüyle bakmalı, Küçüklere merhamet büyüklere saygı göstermeli, Müritlerine yetecek kadar fıkıh ve akaid bilgisine sahip olmalı, Müritlerinin ayıplarını gizleyip ifşa etmemeli, Gönül zenginliğine sahip olmalı, Ancak Hakk’ın rızasına muhalif işlerde kızmalı.
Mürşitlerde aranması gereken en önemli özelliklerden biri de silsile yani mânevi tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz. Bu vazife, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tâyini ile olur.


Kişi kendi meşrebini göz önünde bulundurarak şu üç unsura dikkat etmeli,


Gireceği tarikatı (hâfi “gizli”-cehri “sesli”) çok iyi tetkik etmeli.
Gireceği tarikata ait dergah’ın usul-erkânı bilmeli, muhabbetlere katılmalı.
Gireceği tarikata ait dergah’ın mürşidini çok iyi araştırmalı ki fikir birliğinde olup olamayacağını bilmeli.
Dolayısı ile “Gir de Gör” değil, “Gör de Gir” husulüne dikkat etmelidir.

Tasavvufta teslimiyet unsuru çok önemlidir.
“Girme girme, dönme dönme. Girenin malı, dönenin başı” derler.HŞY 

Dağlarda ve vadilerde biten ağaçlar gibi, kendi kendine biten ağaç da meyve verebilir ama onların meyvesi, bahçelerdeki ağaçların meyvesi gibi lezzetli olmaz. Dikilen fidan, bir yerden başka bir yere nakledilirse daha güzel olur, bakıcısı tarafından onun şekli ve meyvesi güzelleşir. Daha sonrada ondan alınacak bir çubuk ta çoğaltılarak mükemmel bir bahçe oluşulur.HŞY 

Bir Mürşid-i Kâmil mazharından irşad ve terbiye ediciliği olan Rablığını ishar ettiğinde, hemen, onun et ve kemikten meydana gelmiş kulluk yönü olan, bedenine isnat etmemeliyiz. Yoksa bu şirktir, küfürdür. Bedensiz latif olan zanda ve hayalde bir Rab kabul edersek, buda şirktir. Tek taraflı Tenzih veya Teşbih yaparak Rab bilinmez. Tenzih ve Teşbihi Tevhid yaparak Rab bilinir. İşte, Ayeti kerimedeki ‘Rabbının adı ile oku’ demek, bir Mürşid-i Kâmil vasıtası ile okunması gerektiği anlaşılmış oluyor. HŞY

“Mürşide tâbiiyet şirktir.” diyen bazı kişiler olabiliyor. Saygı duymaktan başka yapılacak durum yoktur. Ne yazık ki, din adamları arasında bunu söyleyenler var. Mürşidlere “yedek ilâhlar” gibi isimler takan, Allah’ın âyetlerine karşı gelen birileri de var. Bu bağlamda Allah-u Tealâ’nın söylediklerini değerlendirdiğimiz zaman şunu görüyoruz.

Allah-u Tealâ, mürşide tâbiiyeti farz kılmıştır. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, mutlaka Allah-u Tealâ’dan mürşidini soracaktır.
“Din gününün sahibi olan. Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden istiane isteriz.” Yani “Mürşidimizin kim olduğunu yalnız Sana sorarız.” “Yalnız Senden istianeyi isteriz.” Öyleyse Allah-u Tealâ’dan istiane istenmesi söz konusu, yardım istenmesi söz konusudur. Bu yardımın muhtevasına baktığımız zaman, yardımın, istianenin, Allah’tan mürşid isteme konusunda olduğunu görüyoruz.
Kur’an’ı anlamak için Niyazi’nin, Yunus’un, Mevlânâ’nın sözlerini muhabbet edasında anlamak gerekmektedir. Onların manevî sözlerini şiir diye geçiştirmek olamaz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize bile Cebrail (a.s.) bir müddet rehberlik yapmıştır.

Velhasıl yol rehbersiz olmaz. Herkesin kendine göre bir meşrebi vardır ve bu meşrebine göre yol bulacaktır. HŞY 

Anlayan bir kalbe, duyan bir kulağa ve gören bir göze sahip olmalıyız. Muharrem’i idrak için Hüseyin’i sevmeliyiz.
O’nun gayreti insanları “Tevhid’e ve Resulullah’ın sünnetine çağırmak, ıslah etmek” içindi. O son gecesinde bile tüm benliği ile Yüce Yaradan’a iman, itaat ile teslim olurken, insanlar fesat ve fitneye başvurmuşlardı. HŞY 

Bugün dünya Mevlânâ’yı çok çeşitli şekillerde anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çok renkli anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çünkü çok renkli kültürlere mensup insanlar Mevlânâ’yı okuyor. Buna rağmen Mevlânâ’yı okumalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Çünkü Mevlânâ’nın aşık olduğu insana geliyorlar en sonunda yani Hz. Peygamber’e… HŞY

Ağla ey can ağla matemdir bugün,
İki damla gözyaşın kurtuluşundur bugün. HŞY

“Marifet iltifata” tabidir diyen atalarımız çok doğru söylemişlerdir. Eskiden Eğitici, Öğretici, Öğretmen bir şahıs, Atabek idi. Gelenek ve görenek onu mübarekleştirmiş, adeta nurdan bir kaftan içine alarak her türlü şaibeden, kirden, günahtan uzak ve masum görmüştü. Bu yarı ilahi sevilen, gençliğe hitap eden adamın sesi dinlenir, sözü tutulur ve kendisi de yalnız talebeleri tarafından değil, bütün bir topluluk tarafından izzetlenir, hürmet ve riayet görürdü. Tasavvufun yükseldiği şu günlerde Rabb’imiz tarafından çok şükür tekrar bu iltifat zuhur etmiştir. Daim yükselişte olsun, Allah (c.c.) bizleri öğreticilerden mahrum bırakmasın, inşâllah… HŞY

Mânevi alanda dirilme;
Bu mutlak ilim iledir. Bununla beraber hayat, Allah’ın Zâtına, ilmine ve nuruna mensub olan hayattır ki Allah bu hususta şöyle buyurmuştur;
“O kimse ölü müdür ki, biz onu diri kıldık ve ona bir nur verdik ki halk arasında onun ışığiyle yürür.”
Şu halde ölü bir kimseyi Allah bilgisi ile hususi bir meselede ilmi hayat ile diri kılan her ârif onu ilimle diriltmiş olur ve ona öyle bir meşale verir ki onunla halk içinde yani surette kendine benziyenler arasında yürür.
Yani yukarıda anlatılmak istnilen, asıl ölüyü diriltmek, ölü gönülleri ilim nuruyla canlandırmaktır. Yoksa ölü bir cesedin dirilmesi hayvani bir hayata kavuşması demektir. Nasıl ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadiste,
“İlimle diri olan asla ölmez” buyurmuştur. HŞY

Matem bugün şeriate bir ihtiramdır.
Yani muharrem ayında eğlence haramdır. Çünkü yas ayıdır, matem ayıdır muharrem ayı. Bu ayda matem İslam şeriatına bir hürmettir, diyor Fuzuli.

Fuzuli’nin orijinal adı “Hadikatüssuada” Şehitler Bahçesi demek olan kitabının adını Saadete Ermişlerin Bahçesi olarak sadeleştirmiştir. Kitabın içinde büyük Peygamberlerin ve sahabenin halleri bildirilmiştir. NUH aleyhisselamdan başlar Peygamberimizin torunu ve Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin ve mahiyeti ile birlikte şehadetleri son buluyor. Bu kitap matem ayında bütün dergâhlarda okunur. HŞY

Peygamberimiz (S.A.V.)’in Allah(C.C)’in ayı olarak tanımladığı Mah-ı Muharrem’i idrak İslam’ı anlamaktan geçer. Muharrem Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehadete yürüdüğü aydır. 
O gün Kerbela, bugün de Kerbela. Hz. Hüseyin bedenen şehit oldu fakat duruşu ve ruhu ebedi olarak yaşayacak. Onu yaşatabilmek için İslami bir hayat yaşamak gerek. İslami hayattan uzak ise bir kişi, Hüseyin gibi duramaz, onun ne demek istediğini, niçin şahadete yürüdüğünü, O’nun dostlarını ve düşmanlarını tanıyamaz. Hüseyin’in davetini duyamaz. Onun çağrısını işitebilmemiz için kalp zeminimizin hazır olması gerek. HŞY

Mah-ı muharrem oldu meserret haramdır
Matem bugün şeriate bir ihtiramdır.
Yani muharrem ayında eğlence haramdır. Çünkü yas ayıdır, matem ayıdır muharrem ayı. Bu ayda matem İslam şeriatına bir hürmettir, diyor Fuzuli.

Fuzuli’nin orijinal adı “Hadikatüssuada” Şehitler Bahçesi demek olan kitabının adını Saadete Ermişlerin Bahçesi olarak sadeleştirmiştir. Kitabın içinde büyük Peygamberlerin ve sahabenin halleri bildirilmiştir. NUH aleyhisselamdan başlar Peygamberimizin torunu ve Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin ve mahiyeti ile birlikte şehadetleri son buluyor. Bu kitap matem ayında bütün dergâhlarda okunur.

Erdi çün mâh-ı Muharrem tende can ağlar bugün
Âh edip cân-u gönülden âşıkân ağlar bugün
Sen nice gafil durursun ey muhibb-i hanedân
Firkatinden Hû çeker cümle cihân ağlar bugün
Kim Ali evlâdıdır kılsın Yezîd’e lâneti
Şah Hüseyin Kerbelâ’da çünkü kan ağlar bugün
Tuttu Mervan’ı Yezîd etti Hüseyn-i susuz şehit
Ol sebepten zâr eder hep âşıkân ağlar bugün
Bunca pîr bunca velî hiç kalmadı ağlamadan
Cedd-i pâki hem Muhammed Mustafa ağlar bugün
Hak’kı inkâr eyleyen münkir münafık ağlamaz
Dîdesinden nem döker ehl-i iman ağlar bugün
Hey CEVABÎ akıl ermez “Lâ feta”nın sırrına
Ya nasıl ağlamayam ben “Lâ mekân” ağlar bugün.. HŞY


Mâh-ı muharrem oldu meserret haramdır
Matem bugün şeriate bir ihtiramdır.
Yani muharrem ayında eğlence haramdır. Çünkü yas ayıdır, matem ayıdır muharrem ayı. Bu ayda matem İslâm şerîatına bir hürmettir, diyor Fuzuli.

Fuzuli’nin orijinal adı “Hadikatüssuada” Şehitler Bahçesi demek olan kitabının adını Saadete Ermişlerin Bahçesi olarak sadeleştirmiştir. Kitabın içinde büyük Peygamberlerin ve sahabenin halleri bildirilmiştir. NUH aleyhisselamdan başlar Peygamberimizin torunu ve Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin ve mahiyeti ile birlikte şehadetleri son buluyor. Bu kitap matem ayında bütün dergâhlarda okunur. HŞY

Peygamberimiz (S.A.V.)’in Allah(C.C)’in ayı olarak tanımladığı Mah-ı Muharrem’i idrak İslâm’ı anlamaktan geçer. Muharrem Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehadete yürüdüğü aydır.


O gün Kerbela, bugün de Kerbela. Hz. Hüseyin bedenen şehit oldu fakat duruşu ve ruhu ebedi olarak yaşayacak. Onu yaşatabilmek için İslami bir hayat yaşamak gerek. İslami hayattan uzak ise bir kişi, Hüseyin gibi duramaz, onun ne demek istediğini, niçin şahadete yürüdüğünü, O’nun dostlarını ve düşmanlarını tanıyamaz. Hüseyin’in davetini duyamaz. Onun çağrısını işitebilmemiz için kalp zeminimizin hazır olması gerek. HŞY

Kur’ân-ı Kerim eşittir İnsana. Onun için, İsra suresinde, İnsan’ı okuyun ifadesi kullanılmamışta, kitabını ‘oku’ ifadesi emredilmiştir. İlk nazil olan kurandaki sure, Alak suresidir. Onunda başındaki ifade, “Rabb’ının adıyla oku” diye başlamaktadır. Bir şeyin okunabilmesi için, mutlaka bir okutucudan okumayı öğrenmeli ve ondan sonra okumaya başlayabiliriz. Yoksa okumayı öğrenmeden okumak mümkün değildir. HŞY

Kul, edeb’i kemâle erdirmeye memurdur… HŞY

Kul ile Allah arasında 70 bin perde vardır, her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadar. Bu perdeler ancak bir mürşid-i kâmil tarafından açılır.
Abd ü Hak beyninde yüzbin hicâb var, her hicabda yüzbin sual cevab var, burada inceden ince hisab var.
“Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım.”
Ne zaman ki bir insan kalbinde Allah’ı hiç unutmazsa o kadar yakın. Şah damar ne? İnsanların kalbindeki damar. Vücuda dağılan 366 damarın merkezi. Birleşip, toplaşan derin bir damar. İşte onun için insanlar sultanı zikir olunca, kalbi harekete gelince, kalbi Allah’ı hiç unutmuyorsa, o zaman kalbindeki o merkezi damarlardan azalara da o zikir etki eder ki bütün azaları da zikreder. Onun için,


Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni,

Bütün azaları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi,

Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca


“Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın Vechi (Zat’ı) işte oradadır.” 2/115 HŞY

Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Emevi hükümdarı Muaviye nasıl iktidarına engel olarak Hz. Ali ve daha sonra Hz. Hasan’ı gördüyse, oğlu Yezit de Hz. Hüseyin’i iktidarı için en önemli engel olarak görmüştür. Sözde İslâm’ın halifesi sıfatıyla İslâm’ın peygamberinin torununu şehit etmekten çekinmemiştir. HŞY

Estağfirullah deyip temizle hem gönlünü, hem dilini. Vela havle vela deyip Hakk’tan al kuvvetini. Allah hümme salli ala salavatı ile sarıl o yüce İNSAN’ın (s.a.v.) eteğine sımsıkı. La ilahe illallah deyip, ben yokum sen varsın manasına bürün ki anla artık geç olmadan kendini. Fakat mutlaka bir kâmil mürşit ile tabiki… HŞY

Kemâl ehli, umumiyetle mahv’a düşerler ki, bu hâl insan kudretinin dışındadır. Havas olan kullar gece gündüz hem zahiri hem de batıni yönlerini geliştirmeye çalışmaktadırlar. Onlar kötü ahlakı terk ederek mahvetmişlerdir. Bu sebeple onlara güzel ahlak yerleşmeye ve bütün güzel fiiller birleşmeye başlamıştır. Mürid başlangıçta bu halleri çalışarak kazanır ve ondan masiyeti mahv eder. O kul beşer halinden sıyrılır, meleklerin haline bürünür. Onda hakiki bir iman parlar. Hakk’ın feyzi kalpten ışıklarını yaymaya başlar. Bu hal, hal ehlinin mahv ve ispatıdır.
Gönlün sahv’ı, beşerin imkanı dahilin de olan bir haldir. Bu durumdaki salik, duyu organları ile hissedebilen her şeyi hisseder. Burada insanda bulunan hissin zahiri vardır. Beşerin kuvveti dahilinde dir. Bu durumda olan kişi her işinde tasarruf eder, zahir ve batından da tamamen haberdardır…HŞY

İslâmiyet, akıl ve nakil dinidir. Aklı olmayanın dini olmaz. Dini olmayan kişinin nakledeceği her konu mana anlamında boş olur.
Derviş kulağı delik, gönlü açık olmalıdır. Unutma, ağaç ayaktan, insan kulaktan sulanır. Nakil, telkin kulaktan olur.
Biat ta, mürşid elini tutup, kulak vermekle olur. Bu kapıda zorlama olmadığı gibi, buradan daha güzel kapı da bulmak zordur.
Çünkü bu kapı Muhammed Ali kapısıdır. Bu kapıdan girmeyince tasavvuf anlaşılmaz.


“Muhabbet kapısını açayım desen, Açanda açtıranda Ali’dir Ali.
Hakk’ın cemalin göreyim desen, Görende gösterende Ali’dir Ali.
Muhammed Ali dir cümlenin başı, Onları sevmeyen nice olur işi.
Bosnev-i gözünden akıtır yaşı, Akanda aktıranda Ali’dir Ali.”     
HŞY

İslâmiyet teslimiyettir,Teslimiyet yakîndir,Yakîn tastiktir, tastik ikrârdır, İkrâr edâdır, Edâ ameldir. HŞY

Ilımlı İslâm yoktur,yorumlama ve yaşama çevirme anlamında Tasavvufî İslâm vardır.HŞY

Alak suresi ayet 2’de, insan bir kan pıhtısından yaratan “Rabbının adı ile oku” buyurulmaktadır. Neden başka bir şeyi misal vermiyor da, insanın bir kan pıhtısından yaratıldığını misal vererek, okumamızı ısrarla istemektedir. Ayetin devamında, insanın bilmediklerini, bir kalemle öğrettiğini vurgulamaktadır. İşte kalemden gaye, İnsan’ı Kâmildir. Kalemin iki ucu arasından bir mürekkep nasıl bütün yazıları yazıyorsa, İnsan-ı Kâmillerinde iki dudağının arasından, dili ile ilmi ledün olan bütün ilimleri söyleyerek inananlara, insanı asliyelerini ve nefis terbiye metotlarını öğretmektedir. HŞY

DÜNYA BİR DERT YERİDİR ASLINDA,SEN İMAN SAHİBİ İSEN KAPILMA. BİR DERDE KAPILDIĞINDA HAKK DOSTUNDAN BAŞKASINI ARAMA. HŞY

Şu bir gerçektir ki Hz. Hüseyin (r.a.) şan-ı âlilerini bütün cihan şerhetmeye kalkacak olasalar bile kalemler biter, mürekkepler kurur da İmam Hüseyin’in ululuğu yine de gizli kalır.

Hasan Sultan-ı Şâh-ı ehl-i Cennet,
Hüseyin Şâh-ı Şehid-i Kerbelâ’dır.
Dünü gün vechine kılar ibadet,
Hüseyin oğlu Ali Zeynel-abâ’dır. HŞY

Bizler mutlaka Allah’ı memnun edecek bir kulluğa gayret göstermemiz lâzımdır. Eğer biz kulluğun aslını bilmezsek, yaptığımızı iyi zannedersek hep hatalarda kalırız. Onun içindir ki kulluğun anahtarı olan sahibine mutlak itaat ve onun istediği tarzda yaşayabilme bir numaralı vazifemiz olmalıdır. İlla ‘kul’luk… HŞY

Bütün tasavvufi tarîkatlerin silsileleri, yani üstadlar zincirleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’le başlar. Dolayısıyla bu yolun ilk ve en büyük mürşidi O’dur. HŞY

Tasavvufta güzel bir söz vardır, “İkrar bir’e, hizmet bin’e.” Bir mürşid-i kâmile ikrar eylersin fakat her insan-ı kâmile hizmet edersin… HŞY

Hz. Hüseyin, Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Bazı kaynaklarda Hüseyin doğduğu zaman Hz. Muhammed’in kulağına, “O cennet çocuklarının efendisi (Seyyid)dir” diye seslendiği yazılıdır. Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i çok severdi. “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.” dediği bir çok kaynakta yazılıdır. HŞY

Ben haddim olmayarak Hz.Ali (k.v.) sahabe olarak görmedim. Çünkü o Ehl-i beyt’in tam ortasındadır. HŞY

Zalime asla boyun eğmemiş ama mazluma sevgiyle eğilmiş ve ona gülümsemiş gerçek bir dosttur Hz. Ali.
Güçlü bir dövüşçüdür ama kendi nefsi adına savaşır. O, aynı zamanda içli bir şair, içli bir sevgilidir.

Hepimizi onursuzlarla, yalancılarla, zalimlerle mücadeleye çağırır Hz. Ali. Bu savaşının sonunda ulaşılacak gerçek barışa, gerçek sevgiye olan özlemini dile getirir. Bizden ona, onun ruhuna selam olsun… HŞY

Hz. Ali Efendimize karşı çıkanlar oldu biliyorsunuz. Meşhur ihtilaflı hadiseler…
Hâkem olayında bir grup, Hz. Ali Efendimize karşı çıktı. Bir grup da vakifun zümresi, karar veremiyorlar. Amr İbn’ül As, kararsızlar grubunu etkilemek için çok zekice bir taktikle 
“Kur’an yapraklarımızı mızraklarımıza takalım, kararsızlar bizde Kur’an olduğunu görsünler” diyerek mızrakların uçlarına Kur’an yapraklarını taktırdı. Gerçekten de etkili oldu bu taktik. Zahire bakan insanlar, “Aa!” dediler, “bakınız Kur’an bunlarda. Demek ki hakikat bunlardan yana” O esnada Hz. Ali Efendimizin bir tepede yaptığı muhteşem bir konuşma var.

Diyor ki,
“Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Kur’an benim. Kur’an burada!”
İki-üç kişi bu hakîkati anlayabildi ve Hz. Ali Efendimizin tarafına doğru gitti. Dolayısıyla sırr-ı Kur’an’ı anlayabilmek, aslında insanların umumundan perdelenmiş bir husustur. İslâm sûfileri de İslâm’ın perdelerini aralayan az, öz, seçkin insanların yolunda olduklarından bazılar tarafından dışlanmışlar, kötülenmişlerdir. Ama hakîkati elde ettikleri için aleme ışık, feyiz saçanlar da o seçkinlerdir, o havassu’l-havastır. HŞY

Alıp verdiğimiz her nefes “Hu”, Cenab-ı Hakk’tan ayrı olmamız mümkün mü hiç? Bize bizden daha yakın olan Hakk’a ulaşmak ister ruh. Çünkü O ilâhî bütünün bir parçasıdır hasret çeker, kavuşmak ister. Kavuşmak isterde nefis onun bu yolda ilerlemesini engeller, bir yük gibi biner, yükselmesine izin vermez, maldı, mülktü, şandı, şöhretti, şehvetti derken aşağı çeker onu hep. Çünkü nefis kulluktan hoşlanmaz. Tek başımıza bu yükün altından kalkamayız. Bir mürşide teslim olmalıyız. O bizi aşağı çeken yüklerden kurtarabilir ancak, edeple hizmet etmeliyiz o zaman ruhumuz yükselip ilerler kavuşur ilâhî hazîneye bir su damlasının hasretle denizine kavuşması gibi kavuşuruz içimizdeki ilâhî hazineye… inşâllah… HŞY

Hakk’ı Hak’tan, Hak gözü ile gören kimseler Hakk’ı bilenlerdendir. Hakk’ı Hak’tan ve Hak gözü ile görmeyip de nefsinin gözü ile âhirette görmeyi bekliyen kimse de câhildir. Her şahıs için Rabb’ı hakkında bir akide lâzımdır ki o inanç ile O’na dönsün ve O’nu O’nda arasın. Hakk, o şahsa itikadının suretinde tecelli ettiği vakit o şahıs da Hakk’ı bilir, anlar.

Fusus-ül Hikem de diyor ki, Hakk’ı bu âlemde göremiyen kimse âhirette de göremez. Nasıl ki âyette “Bu dünyada kalb gözü kör olan âhirette de kördür.” buyurulmak suretiyle bu hakikate işaret edilmiştir.

Kuts-i hadiste “Ben kulumun beni sandığı gibiyim” buyurulmuştur. Müellif bu nükteye işaret etmektedir. HŞY

Mirac’da bile Cebrail ve Burak bir yere kadar aracılık vazifelerini görmüşlerdir. Ondan sonra hakîkatin müşâhedesinde artık araçsız, Buraksız, Cebrailsiz görüş ve Şuhud gerçekleşir. Bu sırrı iyi anlamak lazım. HŞY

Hac’dan kasıt gönül almaktır. Gönül de Kabe’dir. Eğer gönül var ise, bir kamil insanın gönül kabesini tavaf eylemektir. Topraktan yapılmış Kabe’nin mânâsı gönüldür. Hacdan murad O’nun cemalini aramaktır. Cemal karşında iken aramak niyedir? Şunu iyi bilinmeli ki, sen Allah evi olan bir gönlü incitip kırarsan, bin defa Kabe’ye gitsen de Allah bu ziyareti kabul etmez. Kırılmış zavallı bir gönlü tamir etmek, Hakk’ın nazarında hacdan da, umreden de çok değerlidir. Gururu, kibri bırakıp, bir gönüle girmek, gönül almak gerektir. İki dünya da gönül için yaratılmış. “Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım.!” hikmetin kaynağı burada. İstersen çok zengin ol, tarlaların, katların, sarayın, arabaların olsun. Bunların ölüme var mı faydası? Bu varlıkların ölümü yenebilir mi? İşte ölümsüzlük gönüldedir.

Yunus ne diyor,

“Ey hoca, gerekse var bin hacca, hepsinden iyice, bir gönüle girmektir.”

“Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil,

Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil,

Benim dostum gönüller,

Gönüller yapmaya geldim.”  HŞY

Gaflet, bir nevi ölümdür. Peygamberler, mürşidler uyandırıcıdır. Fakat önemli olan uyanacak göz lazımdır. Uyku da gaflet alâmetidir. Ehl-i cennet uykuyu bilmez. Teslimiyet içinde olana gaflet yakışmaz. Uyku fazlalığı noksanlık ifadesidir. Uykuyu değil, uyanıklığı aramak gerekmektedir. Çoğu, aza olana yetinmesini bilmek gerek. Gaflet çoğaldıkça güzellikler gider, hayr işler azalır. Kişi doğruyu buldukça gaflet azalır.
Çok yemek içmek gafleti, uykuyu arttırır. Zahiri uykudan kurtulmak için az yemeli, az içmelidir. Aşırı yemek, içmek ibadeti, daimi orucu zayıflatır. Gelecek bu dünyada tayin edilir. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler bunu iyi bilir.


“Size verilmiş olan her şey, sırf dünya hayatının geçici bir istifadesi, malı ve süsüdür. Allah katındaki sevap ise, hem daha hayırlı, hem daha devamlıdır. Artık akıllanmayacak mısınız” 28/60


Yunus sen bu dünyaya niye geldin?

Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin.
Evliyaya uğramaz ise yolun,

Göçtü kervan kaldık dağlar başında. HŞY

Dağlarda ve vadilerde biten ağaçlar gibi, kendi kendine biten ağaç da meyve verebilir ama onların meyvesi, bahçelerdeki ağaçların meyvesi gibi lezzetli olmaz. Dikilen fidan, bir yerden başka bir yere nakledilirse daha güzel olur, bakıcısı tarafından onun şekli ve meyvesi güzelleşir. Daha sonrada ondan alınacak bir çubukta çoğaltılarak mükemmel bir bahçe oluşulur. HŞY

EY DERVİŞ, İYİCE BAK. TEN İLE CAN, DİL İLE SIR. NASIL BÜTÜNLEŞMİŞ HAKK. GEL AYIRABİLİRSEN AYIR. HŞY

Tarîkat yoluna girenler için dikkat edecekleri en önemli hususların başında, girdikleri tarîk’in evradını mutlaka ezberlemeleri gerekmektedir. Vird’in içindeki esmâların manalarını zikrederek ve düşünerek her seher okuyanlara ruhâni şevk ve lezzet gelir. Okuyanda cismanî ve ruhanî bereketleri etkili olur. Arzulanan derecelere ulaşıp zikir nuruyla kalpler nurlanır. Kulaklarını ve imanlarını şeytan vesveselerinin elinden kurtarıp makam-ı mahmûd’a ulaşmalarına ve açılmış gözlerle şuhud ehli olmalarına sebep teşkil eder. Fakat bu mutlaka o yolun rehberi tarafından telkin ve müsaadesi ile olmalıdır. Yolun vird-i sabah namazı eda edildikten sonra her sabah düzenli olarak okunmalıdır. HŞY

ESMA-ÜL HÜSNA’ dan biri de “Hakk” tır. Doğruluğu değişmeyen Tek’tir. Erenler ise O’nunla doğruyu bulmuş, O’nun doğrusuyla bütünleşmiş, benliğini O’nda eritmiş velilerdir. Hakk batındır, Erenler zahirdir. Yani görmeyene sır, gören göze aşikârdır. İşte tasavvufta sık kullanılan “Hakkerenler” ifadesi bundandır. Allah’ı görmüşcesine kulluktur. HŞY

“Her kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür..” İsra/17

“Görmediğim Allah’a inanmam” Hz. Ali (k.v.)

Taavvufta Allah ‘u Teala Hazretlerini bilmek ,sevmek,kulluğuna bağlanmak,
O nun sevmediği kötü huyları atmak, hoşnut olduğu temiz huylarla varlığını güzelleştirmek,bu suretle rızasına ermek için girdiğin tarikat vird-i ni ve içindeki Esmaül Hünsa’yı öğrenmek farzdır.O’nu bilmek O’nun isimlerini ve sıfatlarını
öğrenmekle (zikretmek )olur. H.Ş.Y.


– A L L A H
‘’ Allah ‘’ ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan
Zât-ı Vacibül- Vücûde delalet eden âlemdir.Ve sayılan isimlerin içinde
 İsm-i Azam’dır. Allah ismi şerifi bütün isimlerin ,sıfatlerın birleştiği bir
ism-i câmi ‘dir.ve biz bu ismi şeriften Cenab-ı Hakk’ın bütün noksan 
sıfatlarından münezzeh ve bütün Kemâl sıfatlarıyla muttasıf bulunmaktadır.O halde bu ismi şerefi hükmüne göre kul için yapılması gereken şey , tam ve kâmil insan olmaya çalışmaktır.Mümkün olduğu kadar noksanlarını azaltmaya , faziletlerini çoğaltmaya gayrat etmelidi

ER RAHMAN, ER -RAHİM isimleri iki türlü rahmet ifade eder.

Er-Rahman ism-i şerifinin ifade ettiği rahmet, hiçbir türlü şarta, hiçbir türlü kesb ve iradeye bağlı olmayarak bahşolunan rahmettir. Bu bir rahmet-i şamiledir ki, bütün mahlukâtı kaplar. Bunda çalışan çalışmayan, suçlu itiatli, imanlı imansız ayırt edilmez.

Er-Rahim ism-i şerifinin ifade ettiği rahmet ise, Rahman’ın lütfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki, en az “bire on”dur. Çalışanın ihlâsındaki kuvvete göre Allah-u Teala’nın daha fazla ve hatta hudutsuz, hesapsız mükafatları vardır

1- -EL- RAHMAN

O, ezelde bütün yaradılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, sevdiğini, sevmediğini ayırdetmeyerek tekmil mahlukâtını sayısız nimetlere müstağrak kılan RAHMAN’dır.

Rahmet veya merhametin manası, kalb yufkalığıdır.

Sen serbestliği hayra kullan, kâr yoluna git ki, verilen nimetlerden sana ziyan gelmesin, küfran-ı nimet etmiş olmayasın.

2 — -EL -RAHÎM

O, pek ziyade merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı RAHÎM’dir.

Mükâfat zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse düşsün, Allah-u Teala’nın mutlaka onu selamete çıkaracağına emindir. Çünkü suret-i katiyede bilir ki, O merhametlilerin merhametlisi, kerimlerin ekremidir.

3 –EL -MELİK

O, bütün kâinatın sahibi, bilesâle ve mutlak surette hükümdarı, MELİK’tir.

Arazi ne kadar geniş, tebası ne kadar çok, ordusu ne kadar kuvvetli olursa olsun, dünya hükümdarlarından hiç birinin hükümdarlığı hakiki ve bilesâle değildir. Kâinatın ezeli ve ebedi tek hükümdarı ancak Allah-u Teala’dır ve ancak O’nun hakkıdır. Fermanını geri döndürecek, hüküm ve kazasını bozacak yoktur. Dilerse mülk verir… şah yapar, dilerse padişahken indirir atar. Her dilediğini dilediği gibi yapar.

Dolayısı ile kişi, kendisinin önü sonu nereye varacağı belirsiz bir serseri değil, Rahman ve Rahim sahibi gerçek bir hükümdarın hüküm ve tesarrufu altında bulunduğunu ve hayatı boyunca, iyi kötü bütün söylediklerinin, yapıp ettiklerinin, görüp işttiklerinin kamusu muntazam kayıtlarla tesbit ve tescil edilmekte olduğunu ve mahkeme-i kübrâda vütün bu dosyaların ortaya dökülüp hesabı sorulacağı katî surette bilerek giderini ona göre ayarlamaktır.

4 –EL- KUDDÛS

O, hatadan, gafletten acizden ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz KUDDÛS’tür.

Allah-u Teala’yı üstün güzellikleriyle yani kendine mahsus vasıflarla öğmek ve O’na noksan vasıflar isnat etmekten sakınmaktır. Takdis ve tesbih dir. Allah-u Teala’ya kendine mahsus kemâl sıfatlariyle hamd-ü senâ etmek takdis, O’nu herhangi bir lekeden, herhangi bir yaraşıksızlıktan tenzih etmek tesbihtir.

İtikât temizliği, şüphe ve tereddütten uzak olamalı. İbadet temizliği, ihlas ile olmalı. Kalb temizliği, oradan kötü huyları atmakla olmalı.

5 — EL- SELÂM

O, her çeşit arıza ve hadiselerden salim kalan, “her türlü tehlikelerden kullarını selamate çıkaran” Cennet’teki bahtiyar kullarına selam eden, SELÂM’dır.

İsm-i şerif mastardır. Dertten, beladan ayıptan, kusurdan beri olmak ma

nasınadır.

Her işinde fanilere değil, yalnız Allah-u Teala’ya dayanıp güvenmektir. Çünkü yıkılmayacak ve her türlü afat ve beladan sâlim kalacak olan yalnız O’dur. Fanilere bağlananlar hayal sukutuna uğrayarak sonunda ağlayanlardır.

“Ağaca dayanma kurur, insana güvenme ölür.”

Selameti yalnız O’ndan bilmek ve yalnız O’na teşekkür etmektir.

6 – EL- MÜ’MİN

O. gönüllerde iman ışığı uyandıran, kendine sığınanlara aaman verip onları koruyan, rahatlandıran, MÜ’MİN’dir.

Allah-u Teala kalblere iman bağışlayarak oralardan şekleri, tereddütleri kaldırmıştır. Kendilerine sığınanlara aman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır.

Kişiye gereken şey, etrafındakilerin emniyetini kazanmak ve imanını bütünleştirmeye çalışmaktır. Dünya ve ahiret selamet ve saadetinin biricik amili olan imanın bütünlüğü hakkında şu üç şeyi tasdiklemelidir.

Kalb ile tasdik, dil ile tasdik, iş ile tasdik.

Tasavvufta Allah-u Teala Hazretlerini bilmek, sevmek, kuluğuna bağlanmak, O’nun sevmediği kötü huyları atmak, hoşnut olduğu temiz huylarla varlığını güzelleştirmek, bu suretle rızasına ermek için girdiğin tarikat vird-i’ni ve içindeki Esmaü’l Hüsnâ’yı öğrenmek farzdır.

O’nu bilmek, O’nun isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle (zikretmek) olur. HŞY

7 – EL- MÜHEYMİN

O, gözetici ve koruyucu, MÜHEYMİN’dir.

Bu ism-i şerif, Mü’temenün aleyh diye de tefsir edilmiştir. Kendisine emniyet olunan demektir. Allah-u Teala Rabbü’l-âlemindir. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya oluştıran ancak O’dur.

Sana gereken, işlerini ve huylarını yani yapıp ettiklerini gözetmekle mümkün olduğu kadar uyanık davranmak ve bu hallerde eğriliğe kaymaktan kendini korumaktır.

8 – EL -AZİZ

O, mahlub edilmesi mümkün olmayan, galip, AZİZ’dir.

Bu ism-i şerif, kuvvet ve galebe sahibi olmak manasına izzet’dendir.

Aramızda bazı büyük (veli) adamlar vardır ki, kuvvetlerini gösterirlerde kullanmazlar. Böyle adamların hâli bu ism-i şerifin mazharıdır. Hatta bu zatlara “Azizim” diye hitap edilmektedir.

Kişi, bütün heveslerine hâkim ve galip olmağa çalışmalı. İsteklerini, arzularını temiz, dürüst ve helal yollardan temin etmesini bilmeli. Her işinde, her sözünde akıl ve basiretin acap ettirdiği hududu aşmamağa gayret etmelidir.

9 – EL -CEBBÂR

O, kırılanları onaran, eksiklikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan, CEBBÂR’dır.

İsm-i şerif cebir maddesindendir. Cebir, kırık kemiği sarıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek manasına geldiği gibi icbar etmek yani zorla iş gördürmek manasına da gelir.

Kırılan ümitlerin canlanması, şaşırtıcı perişanlıkların iyi bir hâle ve yola konması için biricik merci Allah-u Teala olduğunu bilerek yanlış kapıya müracaat etmemektir.

Allah’ın intikamına karşı tek çare; O intikam gelip çatmadan yine Allah’a sığınmaktır.

10 – EL- MÜTEKEBBİR

O, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren, MÜTEKEBBİR’dir.

Büyüklük ve ululuk ancak Allah’a mahsustur. Varlığı ile yokluğu Allah’ın bir tek emrine ve iradesine baplı bulunan kâinattan hiçbir şey bu sıfatı takınamaz.

Yaradılmışlar içinde ilk defa kendini büyük gören İblis olmuştur. İblisin izince giden, İblis tabiatlı insanlarda vardır ki, muvakkat bir zaman için Allah’ın kendisine âriyet o…larak ihsan ettiği varlık, zekâ, bilgi, servet veya mevki kendinin sanır da kibirlenir, varlık satar. Hâlbuki kendi önünü, sonunu düşünen bir insan kibir yapamaz.

İnsan çalışıp çabalamalı ve hatta büyük insan olmalı. Fakat hiçbir zaman büyük görünmemeli. Büyüklük ancak Allah’ın şanıdır. O’nun sıfatını mâhluk takınamaz, haddini aşmış olur. Böylelerinin cezası da çetin olur.

Gökten inen rahmet yüksek yerlerde durmaz, engin yerlere dökülür.

11 – EL- HÂLIK

O, her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden, HÂLIK’tır.

Allah vardı, beraberinde hiçbir şey yoktu.

Her yaptığı işte, her verdiği emirde ancak yaratılmışlar için menfaatler, düşünceleri hayran eden hikmetler vardır.

12 – EL- BARİ

O, eşyayı ve her şeyin âzâ ve cihazını birbirine ve mülayim bir halde yaratan, BARİ’dir.

Bütün eşya birbirine lazım ve mülayim ve namütenahi âlemler güya ki, bir tek makine imiş gibi her şey, bir şey için ve bir şey her şey içindir.

Sana düşen, hilkatin bu kanununu örnek tutarak kendisine bağışlanan kuvvetleri yerli yerinde ve yaradılış itibariyle vazifesine uygun olarak kullanmak, bunun hilafına hareketten sakınmaktır.

Allah’ı bilmek için verilen akıl ve fikri, O’nu inkâr yolunda kullanmak tamamiyle çarpık ve ters bir muameledir. Umumi ahenge aykırı bir yoldur.

13 – EL -MUSAVVİR

O, tasvir eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren, MUSAVVİR’dir.

Allah-u Teala her şeye bir suret, bir hususiyet vermiştir. Her şeyin kendine göre bir şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez. Bu ism-i şerif hükmünce eşya birbirinden temayüz etmiş, seçilmiştir. Bunlar Allah-u Teala’nın en büyük rahmet ve hikmetidir.

Burada sana düşen vazife, yaratmak kelimesinin hakiki manasını bilmek, yaratıcı kudretin Allah-u Teala’ya mahsus olduğunu tasdik etmek, bunca yaradılmışları görüp dururken yaratıcı kudreti inkâr edenlerle fikir birliği yapmaktan son derece sakınmaktır.

14- EL -GAFFAR

O; mağfireti pek çok, GAFFAR’dır.

Bir insan, ne kadar günahkâr olursa olsun bu günahları üstüne bir perde çekilip, örtülmesi can ve yürekten Allah’tan dilerse, Allah-u Teala o günahların hepsini örter, açıklamaz. O’nun mağfireti hepsine yetişir ve insanlara bir ferahlık verdiğinde şüphe yoktur.

15-EL- KAHHAR

O, her şeye, her istediğini yapacak surette galip ve hâkim, KAHHAR’dır. 

İsm-işerif kahr’dandır. Kahr, bir şeye onu hor, hakir veya mahv ve helak edebilecek surette galib olmaktır. Allah-u Teala her vechile üstün ve daima galiptir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır.

Allah’ın kahrından sakınmalı, lütfunu istemeli. Allah lütfunun da, kahrının da sebeplerini bildirecek kitaplar ve bunları öğretecek mürşidler ihsan buyurduğu gibi, insanlara bu hakikatleri sezip anlayacak bilgi cihazı da bağışlamış ve sonra lütfu ile kahrından herhangisini istemek üzere onları serbest bırakmıştır.

O’nun kahrından yine O’na sığınırız.

16 – EL- VEHHAB

O, çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayıp duran, VEHHAB’dır.

İsm-i şerif he’nin kesriyle hibe’dir. Hibe, herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak manasınadır. İsm-i şerif bu manasının çokluğunu ifade eder. Bu da her zaman, her yerde ve her şeyi verebilmek kudretindedir. Muhataca mal, hastaya şifa, cahile bilgi, sıkılmışa kurtuluş vs. bağışlamak gibi. En büyük bağışlayıcı O’dur.

Kişi, Allah ile kulu arasındaki muameleyi, uşakla efendi arasındaki muameleye benzetmemelidir. Üşak efendisinin hizmetinde çalışır, emirlerini yerine getirmek için yorulur. Fakat bu çalışıp yorulmalar, efendisinin şahsını sevdiğinden değil, ondan alacağı ücret içindir. Efendi de uşağı ile iyi geçinmek ister, ona ihsanda bulunur. Allah-u Teala hiçbir şeye muhtaç olmadığı için, O’nun bahşişleri hep lütufunun, kereminin rahmet ifadesidir.

17 – EL- REZZAK

O, yaradılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden, REZZAK’tır.

Rızk, Allah-u Teala’nın bilhassa yaşayan mahlukatına faydalanmalarını nasip ettiği şeydir. Rızk yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisi ile intifa olunan her şeye rızk denir.

Kul, yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine nasıl dikkat ediyorsa, iyisini ve temizini arıyorsa, ruhunun gıdası demek olan manevi rızıkların da halisini ve temizini arayıp blmak için daha fazla çalışması icabeder. Arayan bulur, yeter ki samimi olsun.

18 – EL- FETTAH

O, her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran, FETTAH’dır.

İsm-i şerif feth’dendir. Feth, kapalı olan şeyi açmak manasınadır. Maddi olur, manevi olur. Maddi, bir kapıyı açmak gibi. Manevi, yürekten tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi. Anlaşılması güç olan ilimlerinüstünden zorluğu kaldırmak, zihnin takılıp kaldığı müşkülleri açmak da fethdir. Bütün hayr ve bereket anahtarları O’nun emrindedi…r ve bütün zorlukları da açacak ancak O’dur.

Bilinmelidir ki, Allah’ın feth ve yardımı hiç kesilmez. Her insan için her saat, görünmez kapılardan gönlüne bir hayr ve bereket kapısı açılmak mümkündür. Allah’tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lazımdır.

Senden zayıf olanlara mehamet et ki, senden kuvvetli olanların kahrına uğramıyasın. Gücün yeterse, elinden gelirse düşmüşlere yardımcı ol. Düşkün vaktinde sana da yardımcı bulunur. Hele hele hiç insan incitme!

(Bazı tarikatlarda Rezzak ve Fattah ism-i şerifleri birlikte zikredilir.)

19 – EL -ALİM

O, her şeyi çok iyi bilen, ALİM’dir.

Allah-u Teala Alim’dir. O her şeyi en iyi bilir. Olmuşları bildiği gibi, olacakları da olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş, olacak her şey O’nun ilminde her lahza hazırdır. Mahlukat O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, O’nun tayin ettiği kadar yer, içer, yaşar. O’nun müsaade etti kadar bilir, ilerisini bilemez.

İnsanda bir ta…kım kemâller bulunduğuna şüphe yoktur. Fakat bunların mahdut olduğunda da şüphe yok. İnsan yaşayışı mahdut, mevki mahdut, bilgisi mahdut, ,iktidarı mahdut, her şeyi mahduttur. Kendisinde gördüğü bu mahdut kemallerden na-mahdut kemâli sezmeli ve bütün na-mahdut kemâllerin hakiki sahibi bulunan Allah-u Teala’yı bilip rızasını gözetmeli. Ebedi saadet, O’nun rızasına ermektir.

20 / 21 – EL –KABID / EL- BASIT

O, sıkan, daraltan, KABID’tır. Aynı zamanda, O, açan, genişleten, BASIT’tır.

Bütün varlık, Allah-u Teala’nın kudret kabzasındandır. İstediği kulundan, ihsan ettiği seveti, evlat ve ıyali yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur, yahut evlat açısına boğulur, yahut iç sıkıntısına, ıstırap ve huzursuzluk içine düşer. İşte bu haller El-Kabıd isminin hükümleridir.

İs…tediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neşe verir, rızk bolluğu verir. Bu da El-Basıt isminin tecelliyatıdır. O, kuluna bazen bast ile bazende kabz ile muamele buyurur. Hayat imtihandan ibarettir ve O’nun imtihan çeşidi çoktur.

Kişi, bast vaktinde şımarmamalı, gurur ve heyecane kapılmayıp şükretmeli. Kabz halinde iken de müteessir olsa bile şaşırmamalı sabır denilen fazilete sarılmalıdır.

(Kabıd ism-i şerifi ile Basıt ism-i şerifi beraber okumak edebe muvafıktır.)

Şeyh dedi ki;

Muhabbet iki türlüdür. Biri mecazi, biri hakiki.

Mecazi muhabbete talip olan hakikate nasıl erişir? Meğerki bir mürşid-i kâmilin terbiyesine erişe ve Allah da nasip ede.

Hakiki muhabbete talip olan kişi, dostun muradı üzerine olmalıdır. Kendi muradı dost muradında mahv ve yok olmalıdır.

Visali, firakı veya “kabz u bast”ı, her ne olursa olsun, Hakk’tan bilmelidir.

Kendi vücudu mahvolup, külli vücud Hakk’ındır deyip, mevcud-ı hakiki O’nu bilmek gerektir.

O vakit dervişten ne hareket sadır olsa, veren de alan da Hakk’tır, biri alet olur. “Şifaü’l Esrar-Sufi Yolunun Sırları)

22 / 23 – EL- HAFID / EL- RAFİ

O, yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan, HAFID’dır. Aynı zamanda O, yukarı kaldıran, yükselten, RAFİ’dir.

Allah-u Teala, istediği kulunu yukarıdan aşağıya atıverir. Şan ve şeref sahibi iken, rezil ve rüsvay eder ve bu muamelesi çok defa kendisini tanımayan, emirlerini dinlemeyen asilerle başkalarını beğenmiyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanımayan zorbalar hakkında tecelli eder.

Allah-u Teala, iste…diği kulunu indirdiği gibi, istediği kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Gönülleri iman ve irfan ışığı ile parlatır, yüksek hakikatlardan haberdar eder. Yükselttiği insanlar çok defa melek huylu, tatlı dilli, yemekten ziyade yedirmekten zevk alan, temas halinde bulunduğu insanların ayıplarını kusurlarını örtüp, eksiklerini tamamlayan, malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden insanlara Rafi ism-i şerifinin tecelliyatıdır.

Bilmek lazımdır ki, düşüren Allah’tır fakat sebebi insanın kendisidir. Dikkat edilirse düşenlerin uzun zamanlar bu kötü sıfatlarla haşir neşir oldukları görülür. Yaşam içinde çok dikkatli ve O’na teslimiyetli olmak şarttır.

Allah insanlar içinde yükselmeğe layık olanları da bilir, olayanları da. O bildiği gibi yapar. Her işi hikmetli ve yerli yerinde olur. Kişiye düşen vazife, insanlığa yaraşmayan kötülüklerden kurtulmaya çalışmaktır.

(Hafıd ism-i şerifi ile Rafi ism-i şerifi birlikte okunmalıdır.)

24 / 25 – EL -MUİZZ’’ / EL- MÜZİLL

O, izzet veren, ağırlayan, MUİZZ’DİR, aynı zamanda O, zillete düşüren, hor ve hakir eden, MÜZİLL’dir.

İzzetin zıddı zillettir. İzzet kelimesinde şeref ve haysiyet, zillet kelimesince alçaklık manası vardır. Bunlar hep, Allah-u Teala’nın mahlukatı üzerinde tasarrufları cümlesindendir. Allah, insanların arzu ettikleri zevklerin hepsi için kendi rızası ve müsadesi içinde yollar göstermiştir. Kul, o yollardan başka türlüsüne ölür de yine gitmez. Çünkü izzet-i nefsi buna manidir. İzzet, kibirden başkadır. Kibir maskaralık olduğundan Müslümanlar için haramdır.

İnsanlar içinde itibarsız, haysiyetsiz, zillet içinde yaşayanlarda vardır. Bunların gönülleri dünya hırsı için yanıp tutuşmaktadır. Cimrilikleri yüzünden kendilerinden hayır gelmez. Hakiki bir Müslüman fani nimetlere düşkünlük yüzünden Allah’tan başkasına zillet göstermez.

Kul’a düşen vazife her şeyini Allah’tan istemeli ve hepsini geçip O’na yükselmeli. Masiva inkilabında yukarıdakiler aşağıya iner, aşağıdakiler yukarı çıkar. Unutulmamalıdır ki en büyük inkilap ise ahiret inkilabıdır. Bu gün fakir ve zelil gibi görünenleri Allah yarın kuvvetlendirip büyük izzetlere erdirir.

Zengin ve kavi sanılanları da zelil ve perişan eder

26 / 27 – EL- SEMİ / EL- BASİR

O, iyi işiten, SEMİ’dir, aynı zamanda O, iyi gören, BASİR’dir.

Allah-u Teala işitir, aynı zamanda görür.

Yüreklerimizdeki sözler, ellerimizin hafif dokunmasından husule gelen sesleri işitir. Herkesin gizli, açık yaptığı ve yapacağını görüp durmaktadır. Mesafeler O’nun işitmesine perde olamaz, karanlıklar O’nun görmesi…ne engel olamaz. Birini işitip diğerini işitmemesi, birini görüp diğerini görmemesi olamaz.

Her ne olursa olsun, vaziyetimizi kontrol etmeliyiz, söyleyeceğimiz sözü bilmeliyiz, atacağımız adımda dikkatli olmalıyız. Çünkü O, işitenleri, görenleri de yaratan ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf eden ve hiç benzeri bulunmayan tam ve kadim işiten ve görendir. O’ndan saklı hiçbir şey olamaz. O her lahza bizimle beraberdir. Allah’ın her sözümüzü işitiği, her hareketimizi gördüğünümülahaza etmek ve mülahazayı mümkün olduğu kadar muhafazaya çalışmak insanı adam eder.

28 – EL- HAKEM

O, hükmeden, hakkı yerine getiren, HAKEM’dir.

Allah-u Teala her şeyin hükmünü verir ve hükmünü tamamen icra eder. Hâkimlerin hâkimliğine, hükümdarların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O’dur. O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hçbir hadise meydana gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mani… olacak hiçbir makam yoktur. O, isyan edene ceza, itaat edene mükâfat verendir.

Dine yalandır dememeli, ceza gününü inkâr etmemelidir. Hâkimler de verdikleri hükümlerde kuvvetlerine mağrur olup ta hak ve adaletten ayrılmamalı, büyük Hâkim’in kudretinden sakınmalıdır. Herkes birbirine adaletli davranmalı, mağrur olmamalıdır.

29 – EL -ADL

O, çok adaletli, ADL’dir.

Adalet zulmün karşılığıdır. Allah-u Teala zalimleri sevmez, zalimlerle düşüp kalkanları da sevmez. O’nun için zulüm haramdır. Adalet makbul bir sıfattır ve adaletlerinden dolayı adil olanlara hürmet edilir.

Gerek kendileri hakkında, gerek başkaları hakkında Allah-u Teala ne takdir etmiş ve ne muamele yapmışsa onun tam bir adalet ve hikmet olduğuna inanmak ve ona razı olmak ve asla şikayette bulunmamak ve hatta sevmektir.

30 – EL -LATİF

O, en ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilmeyen, en ince şeyleri yapan, ince ve sazilmezyollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran, LATİF’dir.

Allah-u Teala en ince şeyleri bilir. Onları yaratan O’dur. Bilenler tasdik eder ki, dünyanın her türlü bahtiyarlığında bir takım elemler, kederler gizlenmiştir. Bunun gibi her türlü ıztırap ve felaketli hadiselerde de giz…li bir takım lutuflar, teselli kaynakları vardır. İşte bütün bunlara O’nun tecelliyatıdır.

Kalp gözünü açmaklı, Allah-u Teala’nın kederleri sürurla karışık bir halde yaratmış olduğunu görmeli, görmeli de hayatın hiç eksik olmayan ıstırablı demlerinde başkasının tecellisine muhtaç olmadan kendi kalbinde Hakk’ın tesellisini duymalıdır. Kahrında dahi O’nun lütfunu görmelidir.


31 – EL- HABİR

O, her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar, HABİR’dir.

Allah-u Teala en küçük bir mikrobun gece karanlıklarında gidip geldiği, hava boşluğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekatından haberdar olduğu gibi, mülkünün her tarafında melaikelerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığıen gizli noktalarda olan biten şeylerden haberdardır.

Kişi, gizli yaparız da cezasız kalırız sanmamalı. O’na karşı yalandan, hilekârlıktan, terbiyesizlikten sakınmalıdır.

32 – EL -HALİM

O, hilmi çok, HALİM’dir.

Suçluyu cezalandırmaya iktidarı olmayan acize halim denmez. Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmak, mühlet vermektir.

Bu nimetten faydalanmayız. Yoksa bu hilme mağrur olup ta kötülükte ısrar etmemeliyiz. Sert ve kaba muameleden mümkün olduğu kadar sakınmalıyız. Peygamberimiz’in (s.a.v.) daima mülâyemetle muamele buyurduğunu hiç unutmamalıyız.

33 – EL-AZİM

O, pek azametli, AZİM’dir.

Azamet, büyüklük manasınadır. Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük ancak O’nundur ve herşey O’nun büyüklüğüne şahittir.

Küçük bir yaprağın yaradılışındaki esrara nüfus edemiyeceğini anlıyan bir insan, onu yeryüzünde henüz ismini, cismini öğrenemediğimiz milyarlarca çeşit nebatata, yüksek dağlara, engin denizlere ve… o denizlerde yaşıyan hadsiz hesapsız acaip mahlükata ölçmeli de, kâinatın yaradılışındaki hikmet ve esrarın zihinler yırtıcı heybeti karşısında Yaradan’a secdeye kapanmalı.

“Yâ Rabb’l-âlemin! Büyüksün ve Büyüklük Sen’in şanındandır. Bizi ancak Sana kulluk edip rızana eren kullarına kat! Cahillerin, Sen’in şanına yaraşmayan sözlerinden Sen’i tenzih ve takdis ederiz. Bizi onlarla beraber tutma.” diye daima lutf ve merhametini istemelidir.

34 – EL-GAFUR

O, mağfireti çok, GAFUR’dur.

Mağfiret, Allah’ın yargılamasıdır. İsm-i şerifteki çokluk manası itibariyle bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok da olsa yine saklar. Bu mana “Gaffar” ism-i şerifinde daha geniştir. Aynı maddeden bir de Gafir ism-i şerifi vardır ve bu üç isim arasında manaca bir fark da beyan edilmiştir.

Gafir, umumiyet itibariyle kötü ve yüz kızartıcı sözleri ve işleri örten demekt…ir. Bu sayede insanlar birbirini seviyor, emniyet ve itimad ediyor. Öyle ya, kişinin gizli kabahatleri, iğrenç düşünceleri aşikâr olsa Cenab-ı Hakk onları örtmeyip de, meydana koysa, herkes o kişiden selamı kelamı keser ve kaçardı. Gâfir isminin hükmü olmasaydı insan topluluğu diye ortada bir cemiyet bulunmazdı.

Zaafımız ve ayağımızı kaydıracak unsurlar çok olur. Bunlar bizi günahkâr eder. İşte bu nedendendir ki O’nun mağfiretine ihtiyacımız hiç kesilmez. Hiçbir isteyici bundan mahrum kalmaz. Yeterki bu istek candan olsun.

“Yâ Rabb! Mağfiretini dilerim” niyazında daim olalım.

35 – EL- ŞEKÜR

O, kendi rızası için yapılan iyi işleri daha ziyadesiyle karşılayan, ŞEKÜR’dür.

Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demektir. Allah-u Teala kulun şükrünü karşılısız bırakmaz. Kul serbestliğini şükr yolunda kullanır, elindeki nimetleri Allah’ın razı olacağı bir surette sarfederse, Allah onun bu şükrünü karşılıksız bırakmaz, nimetlerini arttırır.

Sıhhatini korumak, mevkiinin kuvvetlendirmek için, Allah-u Teala’ya şükretmesini bilmek ve elinden geldiği kadar bunu yerine getirmektir.

Yaşamın sigortası şükür dür.

36 / 37- EL-ALİYY / EL- KEBİR

O, pek yüksek, ALİYY’dir. Aynı zamanda O, pek büyük, KEBİR’dir.

Allah-u Teala bütün kâinatın üstündedir. Göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O’dur. Yükseklik cisimleri yüksekliği gibi yukardakilere daha yakı, aşağıdakilere daha uzak manasına değildir. O, kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır ve bu nisbet hiç değişmez. Kâinatın büyüklüğü, elbette ki, Yaradan’ın büyüklüğüne delalet eder.

Allah-u Teala’nın şanına yaraşmayan itikatlardan fikrini kurtarmak ve Allah’ın mahlukuna haksızlık etmekten sakınmaktır. O’ndan çekinmek, yüceliğinden korkmak, yalnız O’nu sevmek, yalnız O’na kul olmaktır

38 – EL- HAFIZ

O, yapılan işleri bütün tafsilatıyla tutani her şeyi belli vaktine kadar afat ve beladan saklayan, HAFIZ’dır.

Allah-u Teala, insanlar tarafından yapılan hiçbir şeyi kaçırmaz. İyiden, kötüden, insanların yaptıkları bütün işleri, konuştukları bütün sözleri, kafalarındaki bütün niyetleri ve düşünceleri bir bir bilir, hiçbirini unutmaz, hiçbirinde yanılmaz, hiçbirini başkalarına karıştırmaz.

Allah’ın ihsan ettiği muhafaza vasıtalarını iyi kullanmak, yaptığı iyiliklerin veya kötülüklerin bir zerresi bile kaybolmayacağına ve günün birinde önüne çıkacağına inanarak, iyilikleri çoğaltıp, kötülüklerden sakınmaktır.

39 – EL- MUKİT

O, her yaratılmışın azığını veren, MUKİT’tir.

Bu ism-i şerif ikâte’dendir. İkâte, gıda vermek demektir. Mâhluk, yaşamak için gıdaya muhtaçtır. Allah-u Teala, her mâhluk için ne kadar yaşama müddeti tayin etmişse, ona göre de gıda maddesi tayin ve tahsis etmiştir. Hiçbir mâhluk kendisi için tayin edilen gıdayı bitirmeden ölmez ve hiçbiri başkalarına ait gıdadan bir zerre alamaz.

Mâhlukatın rızıklarını Allah’ın yaratıp ulaştırdığına inanmış olan bir kul, rızk hususunda O’nun vadine güvenir. Rızkını elde etmek için meşru sebeplerin dışına çıkmaz. Vakar ve haysiyetini ayaklar altına almaz. Yüreğini yalan, ihtiras ile kirletmez.

40 – EL- HASİB’

O, herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilat ve teferruatıyla hesabını iyi bilen, muhasip, HASİB’dir.

Bazı şeyler vardır ki, onlar rakamlarla ifade olunur. Bu gibi şeylerde, neticeyi öğrenmek için bir takım hesap ameliyyeleri (iş, işlem) yapılmak ihtiza eder (parçalayarak) ve muhasipler bu ameliyyeleri tamamlamadan neticeyi bilemezler. Allah-u Teala, neticesi hesapla bilinecek ne …kadar miktar ve sayı, oluş varsa, hepsinin neticelerini hiçbir ameliyyeye multaç olmadan, doğrudan doğruya ve apaçık bilir. Çünkü O’nun ilmi, hiçbir kayt ve şarta, tetkik ve tefekküre veya her hangi bir ameliyye icrasına bağlı değildir.

Bilmek lazımdır ki, kârsız geçen her lahza o nefis semayeden heder olmuş bir ziyandır. Onun için, içinde bulunduğun vaktin kıymetini bilmeli ve onunla ahireti için ne kâr edebilmek mümkünse onu kazanmağa çalışmalı. İnsan, gaflet içinde ise uyanmalı.

41 – EL- CELİL

O, celâlet ve ululuk sahibi, CELİL’dir.

O’nun zâtı da büyük, sıfatları da büyüktür. Fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim itibariyle veya yaşlılık itibariyle değildir. Allah’ın varlığı, kudreti, ilmi büyüktür. Rahmet ve keremi, afv ve gufranı büyüktür.

Böyle bir büyüklük sahibine intisap şerefiyle çok kazançlar elde edeceğini düşünerek O’nun emirlerini yerine getirmek, büyük kayıplara uğrayacağını düşünerek de rızasına muhalif şeylerden sakınmaktır.


42 – EL- KERİM

O, keremi, cömertliliği bol, KERİM’dir.

Allah-u Teala bazı kulları hakkında bağışı ve cömertliği, bazı kulları hakkında da intikâmıyla muamele buyurur, emir ve irade O’nundur. O’na hesap soracak, niçin böyle ettin diyecek bir kudret yoktur.

Kişi, ferde veya cemiyete karşı iyi bir iş yapamadıkları gün ferah olamazlar. Bilindiği gibi, iyilik yapanlar çok taciz edilir, katlanmak büyüklüktür. Meyvesiz ağaca kimse taş atmaz, meyveli ağaca atarlar, zahmet verirler. Allah’ın lutf ve keremine karşı, kişinin ümitsizliğe kapılması da tehlikelidir. O’nun afv ve kereminden ümitsizliğe düşmek doğru değildir.

43 – EL- RAKİB

O, bütün varlık üzerinde gözcü, bütün işler murakebesi altında bulunan, RAKİB’dir.

Allah-u Teala, bütün varlık üzerinde bir rasıd (gözlemci) gibi her lahza gözetip duran bir şahid, bir nazırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir.

Hiç kimseyle muamele yapmamış, yumuşak huylu bir insanın bile kendi iç âleminde iki düşman vardır. Nefs ve şeytan. Şeytan, insanın yükseldiğini çekemeyen çok tehlikeli ve korkunç bir düşmandır. Nefs, maddi zevlere pek düşkün ve bunların temini için sahibini zarar, ziyana süren dâhili bir düşmandır. İşte asıl murakebe edilecek düşman bunlardır ve bunlarla cihad edilmelidir.

44 – EL- MÜCİB

O, kendine yalvaranların isteklerini veren, MÜCİB’dir.

Allah-u Teala kendisinden ne istediğini işitir. İsteyeni ve istediği şeyi bilir, dilerse lahza içinde verir, dilerse bir zaman sonra verir, dilerse hiç vermez. O’nun her kuluna ayrı bir muamelesi vardır.

Kula yaraşan istemektir. O’ndan yardım istenir. Kalbin bütün samimiyetiyle O’na yalvarılır. Ondan sonra kendi hakkında Hakk’dan ne muamele zuhur ederse ona memnunlukla razı ve teslim olmaktır.

46 – EL- VASİ

O, geniş ve müsaadekâr, VASİ’dir.

Allah-u Teala’nın kudret ve rahmetinin ve diğer bütün sıfatlarının genişliği ve tükenmezliği, her zerrede görülüp duruyor. Ferahlığı, zenginlği, bolluğu bulunan ve bunları kullanmaya genişliği ile izin veren O’dur. Kula düşen vazife bunları iyi değerlendirmesidir. Fenalıktan çekinmelidir. O’nun geniş olan afv ve mağfiretine, geniş olan ilmi ve rahmetine dönük olmaktır.

46 – EL- HAKİM

O, buyrukları ve bütün işleri hikmetli, HAKİM’dir.

Hakim, hikmet sahibi demektir. Allah-u Teala, sözde ve davranışta tam ve doğru isabet sahibidir. O, buyrukları ve yasakları hep hikmettir, kullar için doğru kararlardır. Bu hikmet kullar için hayr ve menfaat kaynağıdır.

Kul, Allah’ın yasak ettiği şeylere dikkat etmelidir. O’nun kararlarına uymak gerekmektedir. O’nun hikmetinden sual olunmaz.

47 – EL- VEDÜD

O, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren yahut sevilmeye ve dostluğu kazanılmağa biricik lâyık olan, VEDÜD’tür.

Arapçada bu vezindeki kelimeler, yerine göre iki türlü ana ifade eder; seven, sevilen. Burada her iki mana da mümkündür. İyi kullarını çok seven, onları lütuf ve ihsanı ile bütünleştiren. Diğer bir manaya göre, sevilmeğe layık olan ancak O’dur demektir.Bir kimsenin çolu…k çocuğunu, evini, malını, ticaretini, hayatını sevmesi fıtri ve tabbidir. Kulun bunlara düşkünlüğü doğrudan doğruya yaradılışının icabı olduğundan bunları sevmesi hakkında hiçbir zaman itmek ve teşvik, fikir ve deneme yanılma (muhakeme) ile olmaz. Fakat Allah-u Teala’yı sevmesi fikir ve muhakeme yoluyla hasıl olur.

Şöyle ki, sevdiği bu şeylerin hepsi de Allah’ın olduğunu ve kendisine Allah’ın bir ihsanı bulunduğunu ve bütün bunların faniliğini, Allah’ın bakiliğini düşünen bir insan, ancak bu düşünceden ve idrakten sonra Allah’ı daha ziyade sevmeğe başlar. Bu sevgilerden evvel söylediğimiz tabii (doğal) dir, ikincisi kisbi (manevi kazanç) dir.

Önemli olan kisbi olan sevgiyi çalışarak tabii olandan ileri geçirmektir. İşte o zaman Allah, Peygamber, din, mürşid muhabbeti her şeyin üzerine tercih olunur. Allah’ın rızası uğrunda sevilen şeylerin hepsi de feda edilir ve bu fedakârlıktan dolayı gönüller yine ferah ve müsterih olur. Çünkü en sevgili şey Allah rızasıdır. Buna da inanç, itikat yoluyla erilir.

48 – EL- MECİD

O, şanı büyük ve yüksek, MECİD’dir.

Allah-u Teala, Azimü’ş-Şan’dır.

Göklerde ve yerde en yüksek şan ancak O’nundur. O’na el ermez, güç yetmez.

İsm-i Şerif’in manasında iki mühim unsur vardır. Biri azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz, yanına varılmaz olmak, ikincisi de, yüksek huylardan, güzel işlerden dolayı öğülüp sevilmektir.

Vird’imizde okuyup durmakta olduğumuz “Esma-ül Hüsna” O’nun ne büyük şan sahibi olduğunu ve O’na intisab ile rızasını gözleyenlerin ne yüksek şeref kazanacaklarını gösterip durmuyor mu?

Kula düşen, Allah-u Teala’nın azamet şanı düşünülerek, O’na karşı gayet ciddi ve samimi bulunmak, ibadetlerinde halis muhlis Allah rızası gözetmek, riyakârlıktan uzaklaşmaktır.

49- EL- BAİS

O, ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran, BAİS’dir.

Allah-u Teala insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak “Mevkıf-ı Arasat” denilen çok geniş, dümdüz tamamiyle boş bir yere çıkaracaktır. Dünyaya geliş gibi, bölük bölük birbirlerinden doğup türeme suretiyle değil, belki ilk insandandon insana kadar dünyaya ne kadar insan gelmiş geçmişse, hepsi birden kabirlerinden… Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. Ahiret günğ yahud Kıyamet günü denilen ve Kur’an’da bunlardan başka daha birçok adları olan gün, işte budur. İmanın köklerinden biri olan “Ve’l-ba’su ba’de’l-mevt” de budur.

Ba’s hakkında Allah’ın kati vadi vardır. Onun için ona can gönülden inanmalı. Fırsat kaçmadan, mevsim geçmeden ona göre elindeki imkanlardan azami surette faydalanmanın yollarını aramalıdır.

50 – EL- ŞEHİD

O, her zamanda ve her yerde hazır ve nazır, ŞEHİD’dir.

Şehid, şahidin mübalağasıdır. Şahid, bir hadise vukua gelirken, orada hazır olup hadisenin vukuunu gözleriyle gören kimseye denir. Fakat hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremiyeceklerinden, başka vasıta ile hadiseyi öğrenseler bile onlara şehid denmez.

Allah-u Teala işte bu suretle, kullarının görmedikce bilmeyecekleri bütün hadiseleri …bilir, vukuu bulan yerin hemen yanında hazır-nazır, onun için her şeye karşı Allah şahid’dir.

Kul, bir yerin zararına olan hileyi kullanacağı zaman, Allah’tan korkarak veya utanarak bundan vazgeçmesi ne büyüklüktür. Bir doktor, memur, esnaf hasılı her meslekten her insan kanunların mesul etmiyeceği fakat Allah’ın razı olmayacağı fırsatlardan, Allah için nefsini çekmesi ne dürüstlük, ne temizliktir. Cenab-ı Hakk ancak böyle kullarının kefili ve yardımcısıdır.

51 – EL- HAKK

O, varlığı hiç değişmeden duran, HAKK’tır.

Hak, varlığı hakiki bulunan zatın ismidir. Varlığı daima sabittir.

Allah-u Teala’nın zâtı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikatten var olan yalnız Allah’tır ve hiç değişmeyerek hakikaten sabit olan da O’dur. O, varlığında zâtından başkasına muhtaç değildir.

O’nun uğrunda söylenmiş sözlere haksöz, hak itikât denir. Bu itikâtlar ve bu sözler de sabittir. Allah onları yaşatır, sahiplerini de mükâfatlandırır.

Ancak Hakk’a tapmalı, O’na dayanıp güvenmeli. Haksöz söyleyen velilerle, mürşidlerle O’nun yolunda yürümelidir. Veli kullardan esinlenerek haksöz söylemeli, haksöz yazılmalıdır.

52 – EL- VEKİL

O, işlerini yoluyla kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyi temin eden, VEKİL’dir.

Kendisine iş ısmarlayan zâta vekil denir. Allah-u Teala ne güzel ve en büyük vekildir. İşlerin hepsini tedbir ve idare O’dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekile muhtaç değildir. O, her şeyin yerini tutar fakat hiçbir şey O’nun yerini tutamaz ve O’na dayanmadan duramaz.

Allah-u Teal…a, kendisine yoluyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştırır. Gerçi O’na hiçbir şey vacip değildir. Yani hiçbir şeyi yapmağa veya yapmamağa mecburiyeti yoktur. İsterse yapar, istemezse O’na zorla yaptıracak bir kuvvet yoktur.Kişi tevekkül içinde olmalıdır. Yani, sarf ettiği gayretlerin mahsul vermesi, boşuna gitmemesi için Allah’tan muvaffakiyet ve yardım dilemeli ve ancak O’na güvenmektir. Tevekkül denilen mananın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir.

Tasavvufi manada, Vekil…! Mürşidi bilmektir.

53 / 54 – EL- KAVİYY / EL- METİN

O, pek güçlü, KAVİYY’dir ve O, çok sağlam, METİN’dir.

Allah-u Teala’ya hiçbir zaman dermansızlık erişemez. Kuvvet, tam bir kudretin ifadesidir. Allah, kuvvetli olduğu gibi, O, çok sağlamdır. Kaviyy’dir demek, kudret-i tamme sahibidir demektir. Metin’dir demek, kuvvetinin şiddetini bildirmesi demektir. O’nun kudreti, şiddeti de öteki sıfatları gibi nâ-mütenahidir, tükenmez, gevşemez, hudut içine sığmaz, ölçüye gelmez.

Kula gereken, istediği lütf ve inayeti ancak Allah’tan beklemeli. O’nun gücüne güvenip, O’na sığınmasıdır. O’ndan yardım dilemesidir. Niyaz sadece O’nadır. Sadece O’nun gücünde eğilmektir, secde etmektir ve O’ndan dilemek, istemektir.

55 – EL- VELİYY

O, iyi kullarına dost, VELİYY’dir.

Allah-u Teala sevdiği kullarına dosttur. Onlara yardım eder, sıkıntılarını, darlıklarını kaldırır, ferahlık verir, hidayet eder. Dünyaca, ahiretce iyi işlere muvaffak kılar. Her çeşit karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır.

Allah dostları, Allah’tan başka dost tanımadıkları ve O’nun rızasına muhalefetten korkup korundukları ve Allah’tan başka kimseden korkuları… veya bekledikleri olmadığı, Allah da kendilerine dost olduğu için onlara da “veli” denir.

Ana gaye Allah’ın dostluğunu kazanmaya çalışmaktır. Allah’ın dostluğunu kazanan, başka dost aramağa muhtaç olmaz. Fakat Allah dostu olmak için önce bir veli dost bulmak gerektir. Allah’ın dostluğunu kazanmak, Allah dostlarının sıfatlarıyla sıfatlanmağa bağlıdır.

Allah dostlarına (veli-mürşid) hürmet etmek, gönül bağı kurmak şarttır.

56 – EL- HAMİD

O, ancak kendisine hamd-ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik öğülen, HAMİD’dir

Hamd, ihsan sahibi büyüğü övmektir. Her mevcut hâl diliyle olsun, kâl diliyle olsun Allah-u Teala’yı tesbih ve takdis etmektedir. Bütün hamd-ü senalar O’na mahsustur. 

Allah-u Teala kuluna verdiği hayat, akıl, mantık, suret, siret gibi vastasız nimetlerden dolayı nasıl hamd-ü seneya müstahik ise, vasıta ile mesela; insan eliyle sevkettiği nimetlerden dolayı da yine ancak O, hamd-ü senaya müstahiktir.

Her halinde, daima, bilhassa küfür karanlıklarını açıp, göğüslerde iman nuru uyandırdığından dolayı O’na hamd-ü sena etmek yani şuurlu “Elhamdü li’llahi Rabbi’l-âlemin” demektir.

57 – EL- MUHSİ

O, nâ-mütenâhi de olsa, bir bir her şeyin sayısını bilen, MUHSİ’dir.

Hakiki nâ-mütenâhilik Allah-u Teala’ya mahsustur. Mâhluk ne olursa olsun nâ-mütenâhi olamaz. Fakat bir mübalağa manası ifade etmek için bu kelimeyi mâhluk hakkında kullandığımız olur. Bu hakiki değil mecâzidir. O, her şeyi olduğu gibi görür ve nefes sayımıza varıncaya kadar, iyi, kötü, doğru, yanlış bütün yaptıklarımızı tek tek b…ilir.

Bütün isteklerimizi Allah-u Teala bir bir görüyor ve biliyor. O halde yapacaklarımızı yaparken bunu düşünmek, onun hayr ve şer, eğri veya doğru, iyi ve kötü olup olmadığını hesap etmektir. Hiçbir lâhza gaflet etmemek, her vakitte, her nefeste, her harekette, her sükûnda kendini gözetip uyanık bulunmak cidden büyüklüktür.

58 – M Ü B D İ
O, mahlukatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan ,MÜBDİ’dir.Ezelde yani zaman ve mekan mevhumları yokken ,Allah-u Teâla vardı.Kendisi ile beraber başka bir şey yoktu.Kendi kendine bir menfaat,mazarrat (zarar-ziyan ) veya herhangi bir şey yapabilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi,bazı taraftan bugün kendisinde bir tesir ve kudret bulunduğu sanılan tabiatta yoktu. Velhasıl ortada…Hiçbir şeyin örneği ve vücudunun malzemesi,nizam.varlığının vasıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah (c.c.) vardı.

Sonra Allah-u Teâla varlığını ve kemâilni duyurmak,mahlukatını sonsuz rahmet ve lütfuna doyurmak, hikmetiyle kâinatı yaratmak istedi.Ve istediği şekil ve nizam üzerine  yarattı.

Kişi her şeyden evvel, kendi şahsını ve yaradılışını düşünerek,kupkuru topraklardan böyle görür,işitir,düşünür,konuşur, nazik zarif bir mahluk meydana getiren  ve aslında ölüden başka bir şey olmayan, toprakta bunca tahavvülatı ( değişim ) gösteren ve onu bu derece  tekâmüle erdiren ancak Allah-û Teâla ‘nın kudret ve rububiyyeti olduğunu ve bunların hiç birinde  velevki zahiren olsun başkasının dahili bulunmadığını kati surette tastik etmeli.Yaratıp durmakta olan mahlukattan hiç birini hiçbir veçhile  Yaradana denk tutarak, alt terafı cehannem ( inkar ) çukuruna inen , şirk uçurumuna yuvarlanmaktan 
son derece sakınmalıdır.

59 – MUİD
O , yaratılmışları yok ettikten sonra , tekrar yaratan ,MUİD ‘dir.Her şey mukadder olan ömrünü tamamlayıp, öldükten sonra ,Allah’tan bişka kimse kalmaz.Fakat varken yok olan bu insanlar hayatlarında neler yapmışlardır.Hangileri afif,nezih ,temiz yaşamışlardır? Hangileri buyruk tanımamış,bir çok cinayetler yapmış, emanet olan mahlukatı telef etmiş,
bir çok od ocak söndürmüş? Dünya hakimleri bunların binde birini olsun 
meydana çıkaramamamıştır.
Allah-u Teala bunların hepsini biliyor ve O hakkı yerine getirir.Zalimleri sevmez,onlardan öç alır.Kudretine, emr-u fermanına karşı gelecek yoktur.
O zalimleri ,kafirleri,canileri, müşrikleri,hesaba çekmekten ve onların müstehak oldukları cezayı vermekten aciz değildir.Allah’ın Kur’an ‘da 
terar tekrar vaadi vardır. Allah asla vaadinden dönmez.

60 – MUHYİ

O, CAN bağışlayan ,sağlık veren , MUHYİ’dir.
Allah-u Teala cansız maddelere can verir. Bir bakarsın , dün ortada yokken ,bugün 
canlı bir mahluk . Masela , bir nebat,bir hayvan , bir insan  meydana geliverir.

Hergün binlerce insan hayat bulur.Dünyaya gelir.Binlerce insana da ölüm gelir çekilir 
gider.Bütün bunlar Allah ‘ın emr-u fermanı ile , müsadesi ile olur.
Yokken verilen hayat nimetlerine şükretmek, sonra hayatı giderecek olan 
ölümü daima göz önünde tutarak  güzel, maneviyat yüklü işler yapmaya  çalışmak, 
ölümle neticelenecek olan bu fani hayatın kıymetini  ona göre ölçmek gerek.

61 – MÜMİT
O, canlı bir mahlukun  ölümünü yaratan ,MÜMİT’dir.
Canlı mahluklar için  ölüm mukadderdir ve her an gelivermesi  mümkün bir hadisedir. Allah-u Teala her kulunun dünyaya geliş ve gidiş zamanını tayin etmiştir.Herkez zamanı gelince gelir,ikamet müddeti bitince gider. İnsan cesetle ruhtan mürekkep olarak yaratılmıştır.Cesed aşikar , ruh gizli , cesed fani , ruh bakidir.
Ölüm , Allah’ın emridir. Ölümden korkmak değil , ona göre hazırlanmak icap eder. Hayat, şu an içinde bulunduğumuz yaşamdır.Fani hayatlarından iman ve irfan kazanan va Allah ,için çalışıp,güzel işlerle Hakk ‘ a kavuşanlar da ebedi saadet ve bahtiyarlık bulmuşlardır.

62 – HAYY
0,diri ,canlı,her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten HAYY’dır.Hay ,diri demektir.
Bunun zıddına meyyid denir ki ,ölü demektir.Mahlukat içinde hayat sahibi olanların ötekilerden yani taş ve toprak gibi hayatı bulunmayanlardan daha kıymetli olduğu anlıyoruz. Çünkü hayat sahibi olan her mâhluk, bir bilgi ve faaliyet kaynağıdır. Bilgi ve faaliyet hayatın izleridir.

Allah-u Teala, hayat sahiplerine yaradılışlarındaki hikmete göre bir hayat vermiştir. Mesela, otlar ve ağaçlar hayat sahibidir. Onlar da doğar, büyür, ürer ve nihayet ölürler. Hallerine göre bilgileri de vardır.

Faaliyetleri de vardır. Bitkilere göre hayvanattaki hayat daha üstündür. Görme, işitme, hareket serbestliği vardır.

Ancak hayvanların üstünde daha üstün bir hayat var ki, Allah-ü Teala Hazretleri bu şerefi de insanlara ihsan buyurmuştur. İnsanlardaki hayat her şeyden daha üstündür. İnsanda, diğerlerinden üstün olarak muhakeme, mukayese etme vardır.

Her işin önündeyken sonunu görür, ona göre vaziyet alır. İnsanlar yeryüzünün efendisidir.

Fakat bir şey varsa, hakiki hayat Allah-ü Teala’ya mahsustur. O’nun hayatı ilim ve iradeye mebde olan ezeli bir sıfat, kayıtsız şartsız her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, canlara can veren, ekmel (kusursuz) bir hayattır. O, ölmez, öldürür, can verir.

Hayy ism-i şerifi çok önemli olup bizi canlı tutan Esma’dır. Bu Esma’ya sarılıp kendimizi O’na teslim etmek, her işimizi Hakk’a havale etmek, her hususta ancak Allah’a dayanıp güvenmek gerektir.


63 – KAYYUM

O, gökleri, yeri ve her şeyi tutan, KAYYUM’dur.

Kayyum, Kâim’in mübalağasıdır. Kayam gibi. Her şey üzerine kaim demektir. Bunun manası, her şeyin kıyamı yani bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye mütevakkıf ise onu veren demektir. Allah-ü Teala her şeye mukadder olan vaktine kadar durmak için sebeplerini ihsan etmiştir. O’nun için her şey Hakk ile kaimdir. İnsan kendi ruhunun, kendi bedenini nasıl tuttuğunu ve idare ettiğini güzelce düşünürse bu yüksek hakikati birazcık sezebilir. İnsan yaşayıp dururken ölüyor ve o zaman beden yine eskisi gibi görünse de âtıldır, görmez, işitmez, suyu çekilmiş değirmen gibi olur ve bir zaman sonra dağılır. Çünkü onu tutan, idare eden ruh idi. Ruhun alakası kesilince beden işe yaramaz hale geldi.

Bilmek lazımdır ki, Hayy ü Kayyum  ancak Allah-ü Teala’dır. Bizi bu fani âlemde tutan O’dur. O’nun Kayyum olmasıdır. O’ndan başka Mabud yoktur.

Allah Kayyum’dur.

64 – VACİD

O, istediğini, istediği vakit bulan; VACİD’dir.

Allah-ü Teala her şeyi, bilhassa hükmünü infaz edeceği kimseleri, istediği vakitte hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. İstediği şey, istediği zaman hemen o lahza huzurundadır.

Kul, kendini Allah’a uzak zannetmemeli. Daima; “Ya Rabbi huzurundayım, hâlim sana malum” demeli. İnsanoğlu derde düşer, derman arar.

65 – MACİD

O, kadr-ü şanı büyük, kerem ve semahati bol, MACİD’dir.

Allah-ü Teala’nın kendisiyle aşinalığı olan kullarına kerem ve semahati (cömertliği) ifadeye sığmaz, ölçeğe gelmez. Kusurları affeder, haklarını himaye ve müdafa lütfunda bulunur.

Bize gereken, Allah’ın bu lütuf ve keremini daima hatırlayarak, O’nu candan sevmek ve bütün emirlerini baş tacı yapmaktır.

66 – VAHİD

O, Tek… Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimşerinde, hükümlerinde asla şeriki (ortağı) veya naziri (benzeri) dengi bulunmayan, VAHİD’dir

Allah-ü Teala zâtında birdir. O’nun yarattığı ve ayakta tuttuğu bir mâhluk hiç O’na denk olabilir mi! Sıfatlarında birdir, hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur. Mâhlukatta, bilhassa insanlarda O’nun sıfatlarının benzeri değil, izleri ve nişaneleri vardır ki, onlardan Allah’ın yüce sıfatları sezilir ve iman edilir.

Allah-ü Teala bu “Vahid” sıfatıyla muttasıf (nitelikli, vasıflı) bir ilâhtır. Cenab-ı Hakk, insanı şerefli (eşref-i mâhluk) olarak yaratmıştır. Şu halde insana yaraşan şey, bu şerefi muhafaza etmektir. Bu da Yaradan’ı bilmek, yaradılışı bilmek ve her birinin hakkını yerine getirmekle olur. Şirke sapan bir insan, bu hakları birbirine karıştırmış olur ki, Tek’lik anlamında çok dikkatli olmak gerekmektedir.

67 – SAMED

O, hâcetlerinin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek mercî, SAMED’tir.

Kapısına hâcet sahiplerinin aklın ettikleri şerefli zâta, (Samedü’l-kavm) denir. Bir sıkıntıya düşen, bir müşküle çatan insan bu vaziyetten kurtulmak için bir halâskâr arar. Bu herkez için tabii bir hâldir. Aranan halâskâr, sıkıntının nevine göre değişir. Bu, ya bir âlimdir veya zengindir. Veyahut bir makam ve selâhiyet sahibidir. Bu kapı uzaktan, yakından gelen hastaların merciidir. Bu zât o kadar meşguldür ki, ziyaretçilerin kendisiyle görüşebilmeleri için sıra, nöbet, gün ve saat beklenir. İşte bunların hepsi “Samedü’l-kavm”dır.

Hacet sahipleri şunu düşünmelidir: “Ya Rabb! Sana hamd-ü senâlar olsun ki, kulların içinde derdimin inceliklerini görebilecek ilim-irfan sahibi insanlar yarattın ve ona göre de devalar ihsan buyurdun” niyazı içinde olmak gerekmektedir.

68 – MUKTEDİR

O, kuvvet ve kudret sâhipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden, MUKTEDİR’dir.

Allah-ü Teala her şeye karşı mutlak ve ekmel surette kâdirdir. Her şeye kâdir olduğu içindir ki, dilediği şeyi yaratır ve isterse onda dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Allah’tan başka her şey haddizâtında âcizdir. Allah dilerse zayıfları kavi, âcizleri kâdir kılar Hasılı yerde ve gökte bütün kuvvetler O’nundur.

 Kul bilmeli ki, O’nun yardımını kazananların asla yenilmeyeceğine can ve gönülden inanarak bunu kazanmaya çalışmalıdır. Allah’ın yardımına erişince azıp şımarmamalı, bilakis daha ziyade tavzu ile; “Ya Rabb! Bu Sen’in lütuf ve inayetindir. Şükürlerimizi kabul, kusurlarımızı af buyur. Bu inayetini üzerimizden kesme.” Diye yalvarmalıdır.

69 – KADİR

O, istediğini , istediği gibi yapmaya gücü yeten , KÂDİR ‘dir
Allah-u Teala , kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yaratmıştır.Fezalarda sayısı belirsiz alemleri birbirine çarpmadan nasıl koşturuyorsa , bir damla suyun içinde öylece birbirine temas etmeden hesapsız hayvanatı yüzdürüyor.Mikroskobun önüne alınan bir parmak yosun parçasında gayet muntazam ormanlar, çayırlar,çimenler görüpte bu kudrete hayran olmamak kâbil mi ?
İşte sana sonsuz güç.Secde edeceksen,kapkara topraklardan nur topu gibi insanlar yaratan , bir kemik parçasına (kulak) işitme kuvveti,bir et parçasına(dil) konuşma kâbiliyeti veren kudret sahibine secde et! 

70- MUAHHİR
O istediğini geri koyan, arkaya bırakan, MUAHHİR’dir.

Allah-ü Teala istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi, bazen de kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda semerelendirmez. Maksatlarını arkaya bırakır, hikmetleri vardır. Bu hikmetleri araştırmaya, sezmeye çalışmalıdır. Bunlar da ibadettir. Mesela, istemekte kusur edilmiştir. Âdaba riayet lazımdır. Bazen de mihnet ve ızdırabı arttırmak için teahhur eder. Bu suretle bunun arkasından çok defa ferahlık gelir. Sabır, teslimiyet şarttır. Kulun, Hakk ile münasebeti için tek vasıta ibadet ve ubudiyettir. İbadet, Allah’ın razı olacağı şeyi yapaktır. Ubudiyet, Allah’ın yaptığına razı olmaktır. Sabır, rıza, şükür çok önemlidir. Allah’ın ne zaman vereceğine sabır göstermek, verdiği

Ehlullah’ın (mürşidlerin) meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyâben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir.Çünkü bir kişi hayalinde,dimağında ve kalbinde neyi tasavvur ederse fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) râbıta (muhabbet) de bundan ibarettir. HŞY

Ehl-i beyt’i sevmek, insanı İslâm risaletinin istediği hedeflere ulaşmada izlediği yolun sağlıklı olmasını tazmin eder. Çünkü onlar zülal membalar, risalet hükümleri ve kavramlarının güvenilir kaynakları, ahlaki değerlere ve eğitimsel bağışlara açılmaktır. İşte bu nedenle Ehl-i beyt aleyhimusselam’ı sevmek, İslâm dinini, Muhammedî risalet hattını ve düşüncesini korumayı ve hayır ve kemali temin edecek doğru yolda ilerlemesi için ümmeti sapmaktan muhafaza etmeyi tazmin etmektedir. HŞY

Müslüman’ın hakkı batıldan ayırt etmeyi tazmin eden, kendisini dünya ve âhiret hayrına ulaşmayı temin edecek en yakın yollara ulaştıran asıl memba’ ve zülal kaynağa ihtiyacı vardır. fakat insan bunu sevdiği ve kalben bağlandığı kişiden almak ister. Dolayısıyla, Ehl-i beyt aleyhimusselam’ı seven, ilmi ehlinden, dini yerinden, Kur’an’ı indiği yerden ve inancı kökünden alacaktır. İşte bu nedenle, Ehl-i beyt aleyhisselam’ı sevmek, insanı batıl yollardan ve sapık ayrılıklardan korur. Hak dini, batıl üzere olanların kuruntularından ve garazlı kişilerin şüphelerinden uzak tutmaktır.HŞY

“Allah Sizden Kir ve Kötülüğü Temizleyip gidermek ister, Ey Ehl-i beyti”(Kur’an, Ahzab, 33)

Mealini verdiğimiz ayet Hazreti Peygambere Medine’de Ümmü Seleme anamızın odasında inmiştir. Ayet’in inişi üzerine bizzat Peygamberimiz tarafından sergilenen olayı Peygamber eşi Ümmü Seleme anneden dinleyelim. “Ehl-i beyt Ayeti benim hücremde nazil oldu. Ayetin indirilişi üzerine Allah Resulü, Hazreti Ali, Hazreti Fatıma ve çocukları Hasan ile Hüseyin hazretlerini yanına çağırarak onları elbiseleriyle örttü ve şöyle buyurdu: “İşte benim ehl-i beytim bunlardır. Allah’ım! Onlardan kir ve kötülüğü uzak tut ve onları tertemiz kıl”. Ben bunu duyunca Cenab-ı Peygambere şöyle sordum: “Peki ben ne oluyorum Allah’ın Resulü?” Yüce Peygamber bana şu cevabı verdiler:” Sen yönelmiş bulunduğun hayırla meşgul ol.” Bu ayetin inişinden sonra Hazreti Peygamber her sabah sevgili yavrusu Hazreti Fatıma’nın evi önüne gider ve onları şu kelimeler ile sabah namazına kaldırırdı. “Namaza kalkın ey Muhammed ehlibeyti” Allah Resulü böyle çağırdıktan sonra ehl-i beyt ayetini de okurdu. (Tirmizi, menakıb, 32)

Aynı ayetin inişi üzerinden yaşanan şu olayı da Ümmü Seleme anneden dinleyelim: “Hazreti Peygamber bir gün Hazreti Fatıma’nın evini şereflendirmiş ve oturmuştu. Yüce Fatıma, yemek yapmak üzere et doğruyordu. Allah’ın Resulü, Hz. Fatıma’ya Ali, Hasan ve Hüseyin’i çağırmasını emretti. O da gidip çağırdı. Hazırlanan yemeği hepsi birlikte yediler. Yemekten sonra, sırtında Hayber yapımı yeleği çıkartan Hazreti Peygamber, bunu Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in üstüne örttükten sonra şöyle buyurdu: “ Allah’ım! İşte bunlar benim ehl-i beytim. Ev halkım,mahremlerimdir. Benim Al-i abâm,elbisem altına topladığım yakınlarım bunlardır. Sen onları rızana aykırı şeylerden uzak tut.””

Ehl-i beyt deyiminin esas anlamı budur. Hazreti Peygamber’in de açıkça beyan ettikleri gibi bu anlamda ehl-i beyt denince akla Hazreti Ali, Hazreti Fatıma ve onların çocukları Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin gelir. Ancak tarhi içinde İslam büyükleri ehl-i beyt deyiminin anlamını genişletmiş, onu peygamber evinin bütün sahipleri anlamında da kullanmışlardır. önderi ve manevi babası sayarak ve böyle bir yorumun genişleticiliğine sığınarak ehl-i beyt kavramını bu şekilde düşünebilirsek de Dinî, İslâmî bir deyim olarak onun esas anlamının bizzat İslâm Peygamberi tarafından tespit edildiğini unutmamak lazımdır. İşte bu asli ve dini anlamdaki ehl-i beyt içindir ki Hazreti Peygamber, ümmetine şu yolda tavsiyede bulunacak ve ehl-i beytin yerini, Allah’ın kitabı Kur’an’dan sonra ikinci sıraya koyacaktır. “Size, sıkı yapıştığınız takdirde asla yolunuzu kaybetmeyeceğiniz iki emanet bırakıyorum. Birincisi ikincisinden daha büyüktür. Bunların ilki Allah’ın kitabıdır –ki gökten yere uzatılmış bir ipe benzer- . İkincisi de benim ehl-i beytimdir. Bu ikisi birbirinden asla ayrılmazlar. Ta Kıyamet Günü ‘Havz’ımızın başlında bana arz edinceye kadar. İşte ey ashabım! Ne yolda olduğunuzu anlamak için bu iki emanete benden sonra nasıl muamele de bulunduğunuza bakın.” (Tirmizi, menakıb, 32)

Yine bu ehl-i beyttir ki varlıkların yaratıcısı, kitabında onlara saygıyı son peygamberine verilebilecek tek ücret olarak gösteriyor. “Ey sevgili Peygamberim! Ümmetine de ki: Ben bu ilahi tebliğ görevime karşılıksizden sadece ehl-i beytime sevgi ve saygı istiyorum. Başka bir şey değil!” (Kur’an, Şura, 23)

Yine bu ehl-i beyttir ki haklarında Allah Resulü’nün şu Hadis-i Şerif’i vardır: “Ehl-i beytim Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, binmeyen mahvolur.” ( Suyuti, İhyau’l-meyyit,248) Şu peygamber sözü de ehl-i beyt hakkındadır: “Ümmetimden ilk şefaat edeceğim kişiler, ehl-i beytimdir.” (Aynı eser, 260)

Ya Rabb’im, beni huzuruna kabul ettiğinde Hüseyin için akıttığım iki damla gözyaşını iki inci tanesi olarak kabul buyur, inşallah… HŞY

İşte Kurtarıcılar Kurtarıcısının insanlığa açtığı büyük kurtuluş kapısı! Kapıdan kapıya geçersen bulursun sen Hakk’ı. Şerîat, sarayın içindeki ilk odadır. Buradan tarîkat denilen has oda kapısı açmak isteyene açılır. Sarayın dış çizgileriyle tam bir teslimiyet, uygunlukla bağlantı halindeki bu iç odaya girebilen, marifet odasını bulur ve menzile ulaşan kapı açılır. Oradan “Enel Hakk” kapısıyla hakîkat odasına erişir. Baştan sona dış O’nun, iç O’nun, yol O’nun, menzil O’nun. Unutmayın yürüyende O’nun. HŞY

Doğru olun, doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennete çeker. Yalandan sakının, yalan fücûra, fücûr ise Cehenneme götürür.(Hadis-i Şerif/ Buhari)

Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah’da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. (Bakara Sûresi/10) HŞY

Cenab-ı Hakk’ın emaneti olan çocuk sahibi olmak çok güzeldir. Fakat ondan da önemli o güzel emaneti İSLAM ile en güzel şekilde yetiştirmektir. Emanetlerimize sahip çıkalım… HŞY

Cenab-ı Hakk’ın emaneti olan çocuk sahibi olmak çok güzeldir. Fakat ondan da önemli o güzel emaneti İSLAM ile en güzel şekilde yetiştirmektir. Emanetlerimize sahip çıkalım… HŞY 

Bilinçle, imanla kuşanıp tevekkül edelim Rabb’imize. Çıkalım yola, çizelim yolumuzu, bizden önce Peygamberimizin (S.A.V.) ve ehl-i beyt’inin girdiği gibi Sırât-ı Müstakîm’e şahit olsun hayat, insanlar ve âlemler..
Yüreğimiz Hz. Hüseyin’in yüreğiyle paralel çarpsın, bağlansın, birleşsin.
Kim bilir, belki Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in Hüseyin için dediğini, O da senin için söyler: “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim”. HŞY 

Biz, tasavvuf ehli olarak gayeliyiz, farklıyız. Herkes gibi düşünmeyiz, gelişiriz, değişiriz, yolda gelişi güzel yürümeyiz. Herkesin inancına, itikadına hürmetkârız, bizim gibi olmasını da beklemeyiz, istemeyiz. Çünkü biz, elest bezminde benzediğimiz gibi, toprağımız bir, biz bize benzeriz. HŞY 

Bir el tuttum ki, ikinci eli hiç görmedim. Öyle bir rabıta yaptım ki, ikinci cemal görmedim. Öyle bir yola girdim ki, başka yola dönmedim. Çok şükür hiç ikilik etmedim. Sakın, koru beni ki, ikilik ettirme Rabb’im…HŞY

Dolmadıkça taşamazsın,
Taşmayınca akamazsın,
Akmayınca varamazsın,
Varmayınca bulamazsın,
Bulmayınca bilemezsin,
Bilmeyince olamazsın. HŞY.

Bir ağacın altında Hz. Peygambere biat edenlere (Rıdvan beyatı) Cenabı-ı Hakk, “O tuttuğunuz el benim elim” derken bir başka ayet-i kerimede “Siz nerede olursanız olun ben oradayım” demiştir. HŞY 

Ali (k.v.), beden ve ruh kemâlini bir araya toplamıştı.
Geceleri ibadete başladığında, Allah’tan gayri her şeyden kopar. Gündüzleri halkın arasında, onlardan biri gibi yaşardı. Gündüzleri gözler onun eşitlik ve fedakârlık örneği davranışlarına şahit olurdu; kulaklar bilgece öğüt ve sırlar işitirdi ondan. Geceleri ise yıldızlar, Rabb’ine yakaran Ali’nin (k.v.) yaşlı gözlerine şahit olur, gökler onun coşkulu duaları ve âşıkane münacatları dinlerdi mahut bir sessizlikle…
Hz. Ali (k.v.) hem din âlimiydi hem bilge, hem arifti hem sosyal lider, hem zahitti hem asker, hem hâkimdi hem işçi, hem hatipti hem yazar…
Resulullah’ın (s.a.v.) Veda Haccı’nın dönüşü idi,18 Zilhicce, Gadir-i Hum denilen bir yerde ashaptan birçoğunun bir araya geldiği bir vakitte ilahi vahiy ile Allah Resulü (s.a.v.) buyurmuştu: 
“Ben kimin Mevla’sı isem Ali (k.v.)’de onun Mevla’sıdır.” HŞY

Gönlümüz sevinç dolu, yüreklerdeki pusula barışı gösteriyor…
Bize böyle belletti, ilâhi öğreti… Barış olmalıydı… Savaşa son verilmeliydi… Kan dökülmemeliydi… İnsanlar kucaklaşmalı, her halde kardeş olduklarını hatırlamalıydılar. Aynen Müminlerin emîri Hz. Ali (r.a)’nin buyurduğu gibi; 
“Ya dinde kardeş… Ya yaratılışta…” HŞY

Tasavvufa gönül vermiş, Ehl-i beyt sevgisiyle bütünleşmiş dostlar, Aşura gününüz mübarek olsun. Allah (c.c.) Hz. Hüseyn-i Kerbela’yı gönlümüzden düşürmesin, inşallah. 
Gönül ister her dergâhın zikrine, semasına katılmak.
Gönül ister her dergâhın aşuresinden tatmak. HŞY

Dostlar, dergahlarda aşura gününe katılmak, sema-zikir bütünlüğünde olmak, gönüllerin bütünlüğünde olmaktır. HŞY

Asr-ı Saadet’te bugün anlaşılan mânâda tasavvuf yoktu, doğrudur. Ancak Asr-ı Saadet’te İslâmî ilimlerin diğer dalları da henüz oluşmamıştı. Bugün anlaşılan mânâlarıyla tefsir ilmi var mıydı? Hadis ilmi var mıydı? Fıkıh ilmi var mıydı?
Yoktu!…
Peki, Asr-ı Saadet’te ne vardı?
Asr-ı Saadet’te tüm ilimlerin özü, nüveleri vardı. Ama bu tohumların toprak altında çatlayıp yeryüzüne çıkmaları, neşv ü nemâ bulmaları, büyümeleri, dal-budak salmaları ve en nihayetinde çiçeğe, meyveye durmaları sonraki yüzyılların hadiseleridir. Dolayısıyla tasavvufa bu açıdan yöneltilen o tenkid geçersizdir. Diğer ilimlerin olduğu gibi tasavvufun da özü, Hz. Peygamber’in ve Dört Halife’nin yaşadığı yıllarda vardır. HŞY 

Allah’ı anmak, soluk almak gibi devamlı olmalıdır. 
Nefes alıp verirken ‘Hu’ olduğunu bilmek gereklidir. HŞY 

Bir diğer tarifle tasavvuf, Kalble yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri, kalbin ve ruhun kötülüklerden temizlenme yollarını öğreten ilim. Tasavvuf, sırf Allah sevgisi, ulvi, yüce aşk esâsı üzerine kurulmuştur. Buna da ancak Hz. Muhammed (s.a.v.)’e uymakla kavuşulabilir. Bunun silsilesi mürşid ile başlar. HŞY