Allah’ın zât ve sıfatlarına insan varlığından daha büyük bir delil yoktur. Fani insanı önemli kılan şey bilgi ve emaneti taşımakta olan ruhtur.

Göksu Sena Gökçeli’nin “Ruh canlılık ve nefesten var olmuştur. Ruh bedene hayat veren ‘özdür’ insanın içinde bulunan kıymeti değeridir, insanı düşündürmeye sevk edendir. Ruh gıda istemez, onun gıdası sevgi, aşk, inanma, düşünme ve hatırlamaktır. Ruh latif bir cisim olup, gül suyunun gülün içinde dolaştığı gibi oda bedenin içinde dolaşır.” tanımlarıyla başlayan panelimiz âyeti kerîmelerden verilen örneklerle sağlam bir zemine oturtulmaya çalışıldı:

“’Sana ruhtan sorarlar de ki; Ruh Rabbimin emrindedir.’ (17/İsra: 85) Görülüyor ki ruh ilahi kudretin bir sırrıdır. Allah dış dünyayı beynimizin içinde yalnızca bir yansıma olarak yaratır ve bizde tüm bunları O’na ait olan ruhumuz ile seyreyleriz. Tüm bunları gören, işiten, hisseden, sahiplenen ruhtur aslında. İnsan, Allah’ın ruhunda yarattığı tüm bu algıları düşündüğünde, her şeyin özünün maddede değil de, asıl olarak ruhta bittiğini hemen kavrayabilir.”

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Gazzâlî gibi önemli şahsiyetlerin düşüncelerine yer veren Gökçeli, ruhun mahiyetini üzerinde durdu:

“Yeri ve konağı olmaması nedeniyle ruh mekânsızdır. Fakat belirli bir süre için, geçici olarak bedeni mekân seçmiştir. Ruhun herhangi bir formu yoktur. Çünkü O, suretten soyutlanmıştır. Dolayısıyla O, hangi bahçede açılıp saçılmış ise oraya meyleder. Bu bakımdan ruh, asıl vatanına kavuşmayı arzular. Akıl ve ruh, gayb âleminden insan vücuduna adeta su gibi akarak gelir. Bu bakımdan ruh, sürekli olarak mekânsızlık âlemine kavuşmayı arzular. Ruh ile beden birbirinden bağımsız birer cevher olarak kabul edilir. Ruhun niçin bedenle birleştiği hususunun temelinde Mevlânâ, imtihan olgusunun bulunduğunu söylemektedir.”

Gökçeli’den sonra sözü devralan Özge Özgören Peygamber Efendimizin dahi ruh hakkında yorumda bulunmamasına dikkat çekerek amaçlarının sorgulamak değil, kendimizi keşfetmek olduğunu açıkladı.

“Hz Ali der ki: ‘Ey insanoğlu sen kendini küçük bir vücuttan ibaret sanırsın, hakikatte en büyük âlem sende, senin benliğinde gizlidir.’ İnsan bir âlemdir fakat hangi insan? Hepimiz insanız diyoruz peki gerçekten insan mıyız?” sorusuyla dinleyicilerin dikkatini üstünde toplayan Özgören, insan kelimesinin ins yani üns kelimesinden türediğini, Allah’a en yakın olan anlamına geldiğini, ‘an’ ile birleşince ‘Âdem’ yani halife kılındığını belirtti.

“Âyeti kerîmede sana kendi ruhumdan üfledim buyuruluyorsa bizim alt yapımız Ruh-ullahtır ve bu âleme geliş gayemiz Allah’ı bulmaktır. Keşif eğitim ile gerçekleşir. Ruhun dilinin konuşabilmesi için hal gereklidir. Ki tahakkuk etmesi halden olur. Samimi bir dilden ilim İstersek zamanla bizde bir hal tezahür eder ve bu halin ardından gönülden dökülen sözler ortaya çıkar.” diyen Özgören büyüdükçe temiz kalabilmek, o safiyeti koruyabilmek için manevi gücü telkin edenlerin mürşid-i kâmiller olduğunu şu cümleleriyle aktardı:

“Yüce Mevlam kendine bir ayna yaratmış, Muhammed aynasından dost gönüller lütfetmiştir. Kim bu aynalar diyecek olursak İnsan-ı Kâmillerdir. Hiç’likte yok olmuş yokluğundan var olmuş cam gibi şeffaf ve yanıp yanıp tekrar doğandır İnsan-ı Kâmil. Böylesi kullar O’nun konuşan dili gören gözü duyan kulağı olurlar.”

Özgören, Saygıdeğer Hasan Şükrü Yayıntaş Beyefendi’nin “Gönül dili harfsizdir. Aslında harf var mıdır, Allah’ın dilinde harf olur mu? Allah (C.C.) İnsan ile harfsiz konuşur.” sözleriyle konuşmasını nihayete erdirdi.

İnsan yeri geldiğinde doğuş sebebinden haberi olmayacak kadar gafil, kendini bilmeyecek kadar cahilken yalnız başına kabiliyetinin saikasıyla nefs-i insani emr âlemini dahi müşahede edebilir. Bu gerçeğe kavuşma temennisi ile derneğimizin Turgutlu temsilciliğinde gerçekleştirdikleri bu güzel panel için Özge Özgören ve Göksu Sena Gökçeli’ye canı gönülden teşekkürlerimizi sunar, başarılarının daim olmasını dileriz.

GTDGD
Dil-i Halvet

Facebook Videosu İçin Tıklayınız